Ay ışığı düşüyor ayak ucuma. Terliklerimden sıyrılıp ayaklarımı semaya daldırıyorum. Çimenler ıslak. Denize dalmış yasemin kokusu plastik masanın etrafını sarıyor, yaşı geçkinlerin masasından damalı örtüye şehvetle vurulan okey taşlarının sesi yükseliyor. Yaz bekletilmeye gelmez. Hafif bir esintinin sırtında biriktikçe birikir, sonra ateş böceklerini sakınmadan savurur geceye. Yağmurları dağıtır. Oysa ben yağmurları severim.

“Kamuran’ın işi için geçen ay Londra’ya gittiğimizde kimi görsek beğenirsin, benim gelinliğimi diken Şeyma yok mu annemin terzisi, onun kızı Firdevs! Toynak gibi bileklerine geçirmiş türlü türlü markanın poşetlerini, yanında boylu poslu sarışın bir oğlan, Oxford Street’te fink atıyor. Beni gördü tabi görmez olur mu, ama görmezden geldi. Oysa Kamuran hatırlar bak; gelinliğin astarları iliştirilirken arta kalan kumaşları birbirine bağlayıp Semra ablacım bunlar bende kalabilir mi diye az mı dil döktüydü. Şekerim Londra bu, ne bileyim bir Lizbon, bir Brüksel değil ki para biriktirdi de gitti diyeyim, yanındaki oğlanı süzerken bir gerdan kırışı var görsen saraya cariye yazılmış sanırsın.”

Kamuran Bey dış işlerinde memur. Sürekli yurt dışında. Orta boylu, sessiz bir adam, benimle konuşurken sesine hatırını sormamdan ötürü duyduğu minnettarlığı katar. Gecenin başından beri söylenmeden kıvranıyor, ağırlığını sandalyesinin sağ koluna vermiş, havada oturmaya çabalıyor. Semra, dün Ayten’e söylemiş ordan biliyorum; Kamuran Bey’in basuru varmış, ithal. Karısının ağzından çıkan her söze kahkaha savururken usulca kol saatini yokluyor. Çilesinin sona ermesine daha var.

Ayten dirseğiyle kolumu dürtüyor, muhabbetin kesildiğini anlıyorum. Kararında bir kahkaha yuvarlıyorum gülüşmelerin ortasına. Yankısı havada asılı kalıyor. Aşikâr; geriden geliyorum. Eskiden gülmek için dürtülmeye ihtiyaç duymazdım. Ayten bir süredir yadırgayarak bakıyor bana; lüzumumu çoktan yitirmişim gibi. Eksik, kayıp, yersiz. Buraya gelmeden evvel artık çocuk istemediğini söyledi. Elden bir şey gelmez.

“Onu bunu bilmem de Beyoğlu’nun tadı, tuzu kalmamış arkadaşlar, ben ona yanarım. Eskiden Asmalı’da iki bira içmeye oturduk mu aşağı yukarı herkesin birbirine surat aşinalığı olurdu, geceyi söndürmeye yakın, komşu masalarla ahbap olur ertesi gece için sözleşirdik. Geçenlerde noter bir arkadaşıma işim düştü diye uğradım -sana bahsetmiştim Selim, bizim şu arsa işi var ya- gördüklerime inanamadım. Gündüz vakti torba tutanı mı ararsın, göz süzüp peşine vereni mi ararsın, suratına suratına esrar dumanı mı üfleyeni mi ararsın, vallahi erkek halimle ben ürktüm, Nişantaşı’na varana kadar akla karayı seçtim. Sözüm, meclisten dışarı, harıl harıl İstanbul’a dökülen ipsiz sapsızdan gına geldi artık.”

Masada İstanbul’a dışarıdan göçen bir ben varım, bir de Kamuran Bey. Onun da ithal basuru olduğuna göre.

“Bir de şimdi her köşesine Araplar tünemiş, tam olmuş. Zamanında okulu kırıp limonata içtiğimiz, ekler yediğimiz mekanlar falafel satıyor, kebap satıyor. Memlekete elden gidiyor diyorlar ya, memleket çoktan elden gitmiş de ruhumuz duymamış.”

Refik konuşurken Ayten çıplak bacaklarının arasına gizlediği avuçlarını kaşıyor, ağzının içinden alt dudağını kemiriyor. Sustuğundaysa başını sallıyor geç kalma telaşı içinde, masanın geri kalanıyla beraber. Suzan’ı kolluyor yarım saniye, o gülerse Ayten de gülecek. Umduğunu bulamasa da kendini tutamayıp aralıyor dudaklarını. Gerçek bir adamın böyle sorunları olur diye düşünüyor olmalı. Memleket meseleleri ve nüfus problemi. Gerçek bir adam, gülmek için dürtülmeye ihtiyacı olmayan. Tam, şüphesiz. Belki Suzan da böyle düşünmüştür.

Karşımda oturuyor. Geldiğinden beri tek kelime konuşmadık. Eskiden de hiç konuşmadan geçen günlerimiz olurdu, bir kuytuda onu seyrederdim. Sekiz sene oluyor görüşmeyeli. Hiç değişmemişsin. Üstünde bizim yazlarımızdan kalma beyaz bir bluz. Dudakları boyasız, tırnakları kadın kırmızısı, ateş böcekleri. Bir Pazar öğleüstü Heybeli’ye inmiştik, aynı böyle gözüküyordu. Her yer kapalıydı, o gün Paskalya’ymış. Keşke senin her işin böyle işte deseydi; Ayten gibi, yarım, eksik. Sustu. Beyaz bir yokuşu tırmandık. Hafif bir esinti, terimizi sırtımızda kuruttu. Bir çiçekçinin önüne çıktık köşe başında. Sıra sıra dizili siyah plastik kasaların koynundan kır bahçesi taşıyordu. Sana pembe bir manolya fidesi almak istedim, belki ürperdiğimden. Evde saksın yokmuş. Hem bütün gün elimizde mi taşıyacağız? Keşke sormadan alsaydım ilk günlerimizdeki gibi, belki gündüzleri onu kollarken beni anardın. Sanatoryuma varamadan nefesimiz kesildi, defne ağaçlarının gölgesine tünedik. İnce parmaklarıyla arap kağıdına tütün yuvaladı. Defnenin göğsüne yasladı başını, gökyüzüne dumanı yürüdü. Kitap okuyormuş gibi yapıp seni seyrettim. Yıllar sonra bile düşürmekten imtina ettiğim doludizgin güzelliğin karşısında şaşakaldım. Seni en çok yarınki benden kıskanırdım. Yoksa büyüdün mü Suzan? Çocukluğun gölgelenmiş. Oysa kimi gecelerde gülmekten sevişemezdik. Paylaştığımız dokunuşlar bir piyes gibi gelirdi sana, soluğumun ne zaman tökezleyeceğini tahmin etmeye çalışırdın. Bağdaş kurardın çarşafın üzerine, ağzın ardına kadar açık, herkeste otuz iki diş varsa sende otuz dört olmalı. Işığı kapatana dek sende bir kıkırdama hali, ufak bir çocuk gibi. Yağmur başladı. Aynı anda doğrulduk, kitabımı çantana attım. Yokuşu koşarak indik tek solukta, gülüyordun. Vapur iskelesinde öptüm seni, sırılsıklam. İstanbul’a dönerken rüzgâr saçlarına vurdu, sen kelimelerime. Bak yine seni yazıyorum, o günkü gibi.

Gözlerini itinayla düşürmüyor üzerime, bakışları suratımı koşar adım es geçiyor. Bu iyi. Hala tehlike seziyor olmalı. Son görüşmemizde beni kuyuya benzetmişti. İçine es kaza sürüklenmiş çakıl taşlarının yankılarına ömür boyu kulak kabartan bir kuyu. Ya da hayat vermek için aranmaya, keşfedilmeye muhtaçlığım, kendiliğimden işe yaramazlığım yüzünden böyle demiştir. Bilmiyorum, sormadım. Ben kuyuysam Refik ne?

Gülümsüyor. Refik yine manalı bir şey söylemiştir, Ayten kafa sallamaktan sandalyeden düştü, düşecek. Ya da Semra başka ülkelerde karşılaştığı aşağılık mahlukları sıralıyordur. Kamuran Bey acısını kanıksamışa benziyor, yüzü boşalmış. Eskiden böyle gülmezdi. Neşe, parça parça dağılırdı yüzüne, egemenliğini kurana dek dudaklarının kıyılarına tutunurdu. Şimdiyse oldu bittiye geliyor, deklanşör telaşından olsa gerek. Ezberlenmiş. Sağa kaydırılmadan önce on saniyelik bir hikaye. Yeni, tekdüze, sıkışmış.

Refik bir ayna olmalı; yahut madalyon.

 

“Aha da böyle okey vurulur ortak. El renkliydi beyler, sekiz düşelim.”

 

Terliklerimi ayaklarıma geçiriyorum. Semada başka ayaklar yüzsün. Belki yağmurlar bir gün daha yaklaşmıştır.