“Silgiyi uzatsana Kemal.”
İrkilerek uyandım. Elimde bir kalem, önümde de Türkçe testi vardı. Nerede olduğumu bile unutmuşum. Gözümün önünde bir el sallanmaya başladı “Duyuyon mu lan Kemal?” Sese döndüm, Barış sırıtarak bana bakıyordu, onun da önünde bir test kitabı, elinde kalemi vardı. Salak gözükmemek için hemen konuşmaya başladım “Duyuyorum be.” “E silgiyi versene o zaman oğlum.” Hızlıca masanın üstüne göz attım( önümüzde masa vardı tabi ya) ama silgiyi bulamadım. “Yok ki silgi.” “Yahu Asım’ın önünde duruyor işte görmüyon mu, bak azcık sağ ileri.” Sağıma bakınca Asım’ı gördüm, kulağında kulaklık, önünde matematik testi, transa geçmiş gibi harıl harıl soru çözüyordu. (Asım da bizimle çalışıyordu tabi ya) Test kitabının önünde silgiyi buldum. Asım’ı rahatsız etmemeye çalışarak uzandım, silgiyi alıp Barış’a verdim. “Şükür Yarabbi bu yıl içinde geldi.”
Barış kitaba gömülünce derin bir nefes verdim, yok olan baskı… Sanki ilk defa görüyormuşum gibi her şeye bakmak geldi içimden. İşte her zaman geldiğimiz kütüphanenin ikinci katındaydık, hep oturduğumuz pencere yanındaki bol güneş alan masa, rahatsız edici sandalyeler, kenarları kıvrık üstleri çizili test kitapları… hepsi aynıydı. Aynı yerde duruyorlardı. Arkamı döndüğümde daha önce gördüğüme neredeyse emin olduğum yüzler çıktı karşıma. Solumda odayı boydan boya kesen, geniş aralıklı, boyumdan uzun olmasına rağmen her rafı dolu olan kitaplıklar yine boğucu geldi bana. Oluşturdukları koridorlardan geçmek, şehir meydanına diri diri yakılmaya götürülürken iki yanında da size bağıran, küfreden insanlarla dolu sokaktan geçme hissini veriyordu. Bu kadar fazla bilgi düşüncesi kaldırılabilecek gibi değildi.
Tekrar masamıza baktım, bizimkiler çalışıyorlardı. Barış, Asım kadar trans halinde gözükmese de öncülleri elerken istemsizce uzaklara bakmak isteyen biri gibi gözlerini kısıyor, sorunun cevabına yaklaştıkça yüzü şekilden şekle giriyordu. Asım ise her zamanki gibi robot arkadaştı, giyiminden çalışmasına, duruşundan arzularına değin her şeyi bir düzen içindeydi. Onunla beş dakika konuşan herkes kolayca tıp istediğini tahmin edebilirdi. Doğrusu bir tercih hakkı olsa tıp da Asım’ı isterdi muhtemelen, muhafazakâr-pragmatist ailesi sağ olsun kundaktan doktorluk arzusu ve biçimi aşılanmıştı ona.
Şubat’tı, sınava birkaç ay kalmıştı, haliyle sıkı çalışıyorduk. Sahi, şu an onlar çalışırken ben niye çalışmıyordum? Önümdeki Türkçe testine baktım, dalıp gitmeden önce en son bir paragraf sorusunda kalmışım.
*Güven toplum hayatında olmazsa olmaz bir unsurdur. Karşılıklı güven ilişkisi barındırmayan hiçbir etkileşim kendini sanrılardan, korkulardan ve kaygılardan kurtaramaz. Toplumda oluşan güvensizlik hissi ise güverteden atılan bir çapa gibidir, bu çapa düşünen her bireyin ayağına zincirle bağlı olduğu için çöküş bir bütün olarak gerçekleşir. Güvensizliğin hâkim olduğu bir ortamda insanlar yarınlarına inanmazlar, geleceklerinden korkarlar. Adaletsizlik ve huzursuzluk her öğün önlerine sunulur. Hayal kurmak bile beyhude bir çaba gibi gelmeye başlar. Çünkü bütün köşe başları tutulmuştur, hiçbir şeyin garantisi yoktur, açlığın, sefaletin, yıkımın, utancın kapıda olmadığını kimse söyleyemez. Her şeyin daha da kötüye gitmesi…
Neden daldığımı şimdi hatırladım.
“Beyler” dedim, “Bakar mısınız bir ?”
Barış kafasını kaldırdı, ne olduğunu soran gözlerle bana bakmaya başladı. Ben de o sırada test kitabının üstünde elimi şıklatarak Asım’ı uyardım. Kulaklığını çıkarıp bana bakarken ağzından bıkkın bir “Ney?” çıktı.
“Bir şey sorcaktım size.”
“Hangi soru?” Barış önümdeki teste baktı.
“Hayır öyle değil ya, konuşmak için genel bir soru.”
“He, sor bari.”
Asım’ın göz ucuyla önündeki teste baktığını görünce içimden kızdım. Vücudumu Barış’a çevirerek konuşmaya başladım.
“ Biz şimdi neden sınava çalışıyoruz?”
“Nasıl yani?”
“Demek istediğim biz baya baya çalışıyoruz ya sene başından beri, ne için çalışıyoruz, neden bu çaba?”
“İşte sakallı bilge soruları”
Asım’ın bana bakmadan yaptığı şakaya Barış güldü. Sınıfta sakalı çıkan ilk kişi benim diye kafa buluyorlardı hep.
“Ciddi soruyorum ben oğlum.”
“İyi bir üniversite kazanmak için çalışıyoruz işte Kemal, biliyon.” Barış gülmeyi kesmişti, ses tonundan beni ciddiye almaya başladığını anladım.
“ Peki iyi bir üniversite kazanınca ne olcak?”
“ Kaliteli bir eğitim alıcaz, sonra da iyi bir üniversiteden mezun olmuş olucaz.”
“Sonra?”
“İyi bir üniversiteden mezun olduğumuz için yüksek maaşlı bir işe girecez, paramız mutluluğumuz falan olcak.”
“Bu kadar kesin mi yani her şey?”
“E tabi oğlum, binlerce insanın geçtiği yol değil mi bu, ne sıkıntı var ki?”
“Belki milyonlarcasının denemesine rağmen binlercesinin başarmasında sıkıntı vardır.”
“Yine boş atıyorsun Kemal” Asım bana bu sefer kızgınlıkla baktı, hafif şişman olduğu için böyle sinirlendiği zamanlarda gıdısı kabarıyordu. Ciddiyetini göstermek için işaret parmağıyla gözlüğünü ortasından yukarı itti.
“Çalışmamak için ürettiğin bahaneler bunlar hep.”
“Ne bahanesi ya, bahane falan üretmiyorum ben.”
“ Bal gibi de üretiyorsun, ne zaman çalışmaktan sıkılsan, depresyona girsen bizi de yanına çekmeye çalışıyorsun rahatlamak için. Daha önce de ‘ Yağğ arkdaşlağğrr,sadece bir sınava çooğğk çalışarak geçirilen bir sene hayatımızdan kayıp bir yıl gibi olmuyoğğğr muuğğ??’ muhabbeti vardı. ‘Ben film de izlemek istiyorum da resim de çizmek istiyorum da hedede hödödö deda.” Sanki seni yasaklayan vardı film izleme resim çizme diye. Kendine düzgün bir plan yapsaydın en başından beri istediğin her şeye ayıracak vaktin olurdu. Ama beceremiyorsun o işleri.”
“Planla alakası yok ki oğlum, insanın iç huzuru olmuyor ki ‘seni eledim, seni geçtim, onu da mı çözemiyorsun?’ muhabbetlerinden, rahatlamak için yaptığın şeyde bile stres atamıyorsun. Hem konumuz o değil ki şu an. Ben diyorum ki bu kadar rahat, her şeyden emin bir şekilde oturup arı gibi çalışmamız normal mi? Genç işsizlik oranı arşa çıkmış, iflaslardan konkordatolardan falan bahsediyorlar sosyal medyada bir sürü. Bunlar bizden bağımsız şeyler değil ki.”
“Kemal sen çok yanlış anlamışsın la” Barış tam her zamanki ‘bak ben biliyorum’ edasıyla konuşmaya başlayacaktı ki Asım böldü:
“Barış bırak şunu Allah aşkına ya,” sesi ve tavrı tamamen aksiydi.
“Daha hala sosyal medya diyor bize. Sene başında Cevdet hoca kıçını yırttı sosyal medya hesaplarınızı az kullanın ya da dondurun, dikkatinizi dağıtacak şeyleri çevrenizden uzaklaştırın diye. Paşam sosyal medyada paparazzi gibi takılıyor hiç sorunsuz, bize gelince de ağlıyor.”
“Yav tamam Doç. Dr. Asım Nizam, anladık biz seni. Çocuğa çıkışacağına bir sal da doğrusunu anlatayım ben ona.”
Asım ‘Neyse ne’ der bir ifadeyle omuz silkti, eline kalemini alıp testine döndü.
“ Şimdi sen şunu unutuyorsun Kemal” elleri ted talks konuşmacıları gibi geniş ama boş hareketler yapmaya başlamıştı bile.
“ Benim sana az önce saydıklarım en temel süreçler, onları tabi ki yapıcaz zaten ama sadece onları da yapmıcaz. Üniversiteye girdiğin ilk andan itibaren network oluşturmaya başlıcaksın, en önemli olay bu. Senin az önce genç işsizlik tavan dediklerin var ya, heh işte onlar hep lise gibi okula gidip gelenler, hocalarla ilişkisi ‘hoca bana takmış yhaa’ kadar olanlar. Sen şimdi iyi bir üniversitenin iyi bir bölümünü kazansan… ya da dur ya kendimden örnek verim. Ben Koç veya Boun işletme istiyorum biliyon, diyelim Koç’u kazandım. Şimdi ben Koç’ta okurken not ortalamamı yüksek tutmamın yanı sıra aynı zamanda işletme kulübüne girsem, girişimcilik kulübüne girsem, orada benim gibi çalışan diğer öğrenciler ve onların çevresinden sağlam bir network oluştursam, başka üniversitelerden hocalarla ya da ünlü firmalardan yöneticilerle mailleşip toplantı, sempozyum vs ayarlasam geleceğe dair niye kaygım olsun ki? İş hayatına gayet hazır bir şekilde mezun olurum.”
“İnsanları kaldıraç olarak kullanmak yani planımız.”
“Ne alakası var lan mal, herkesin yaptığı şeyler bunlar, gayet doğal. Abimin arkadaşı var işte Endüstri Mühendisliği üçüncü sınıf, ilk senesinden beri hep verimlilik topluluğuna gitmiş, bir sürü insanla tanışmış önemli yerlerden. Onlardan biri de bu yaz stajını kendi şirketinde ayarlamış işte, hatta demiş ki stajı iyi yaparsan mezuniyette de seni hemen alırız, süper değil mi? Hem bak sen hep kötüyü düşünüyorsun ‘ya işsiz kalırsam ya bana araba çarparsa’ vs vs. Birazcık pozitif yanından baksana geleceğe. Ünlü bir adamın konuştuğu videoyu izledim geçen, orada diyordu ki evinin ya da sokağının nasıl olması gerektiğini söylemeden önce kendi odanı toplaman lazım, ilk bi kendi odanı mükemmel hale getir, evinin önünü güzelce süpür de sonra diğer odalara diğer caddelere laf geçirirsin.”
“Bitti mi Alice harikalar diyarı tanıtım fragmanı?”
“Ya…”
“ Yok valla fragman bana da tatlı geliyor gerçeği öyle olmuyor işte. Hadi dediklerinin hepsi doğru varsayalım, yine de çok saçma değil mi “başarıya giden altın varaklı yol”un sadece insanlar içinden geçmesi? Geleceğe dair kaygılanmamak için insan sevmek zorunlu mu oluyor? Ayrıca o ünlü adamın sözü de yalan bence, çünkü kendi odanı toplamak bile elinde olmayabiliyor bazen. Evde meydan savaşı çıkaranların hiç suçu yok mu? Yani demek istediğim bizi aşan sıkıntılar var gibi, sistemsel bozukluklar tarzı…”
“Hah, kaldıraç, sistemsel bozukluklar falan. Sen bunla hiiiç uğraşma Barış, yolunu çoktan bulmuş bu.”
Asım bunları söylerken aynı anda kafasıyla arkasındaki pencereyi gösteriyordu.
“Biz bunu en iyisi aşağıdaki ‘hanımefendi’ye gönderelim. Bahse varım yine ordadır.”
Hepimiz sandalyelerimizden birazcık ayağa kalkarak aşağı baktık. Evet, yan sınıfımızdan Sude yine kütüphane girişinde durmuş broşür dağıtıyordu. Barış koluyla beni dürttü, yine sırıtarak konuşmaya başladı:
“İnersen bize de söyle bugünkü vegan broşür mü solcu broşür mü”?
“Lisenin başında bu kız kedi köpek seviyodu, besliyodu en fazla” Asım nedense yine sinirli konuşmaya başlamıştı:
“ Sonra birden vegan oldu artık kim zehirlediyse, başladı işte toplantılar, topluluk, broşürler vs biliyonuz. Yetmemiş üstüne solcu da olmuş sonradan. Allahın her günü stant kurulur, broşür dağıtılır mı be? Ben hiç ders çalışırken görmedim bunu, bizimkilerden de gören olmamış. Anca ‘siyasi amaçlarla’ üniversiteli ya da daha büyük çocukların evine gidiyo diyolar. Belki orada ders çalışıyordur kim bilir, uygulamalı dersleri falan vardır çocuklarla.”
Asım’ın pis pis sırıttığını görünce öfkelendim,
“Terbiyesizlik yapma lan! Bize ne bundan?” Barış muhabbetten hoşnut olduğunu gösterir bir gülümsemeyle araya girdi:
“Valla Kemalcim abim de böyle insanlar görmüş zamanında, anlatıyo arada. Asım’ın haklı olma ihtimali yüksek yani bana gelenlere göre. Yeni aşkın yad ellerde olabilir Kemaaaal, ‘Ayyhh, kurtar beni Kemaaaal.’”
Asım kaşlarını çatıp sağ yumruğunu havaya kaldırdı “Kurtuluş Devrim!” ikisi gülüştüler.
Cevap vermek için ağzımı açtım, ancak hiçbir kelime çıkaramadım. Yüzümü ekşitebildim sadece. Burdan uzaklaşmak istediğimi iliklerime kadar hissettim bir an. Bir bahane bulma umuduyla çevreme baktım, gözüm kitaplığı kesmişti.
“Biraz bakınıcam ben ilginç bir kitap var mı diye.”
Sandalyeden kalkıp kendimi rastgele bir kitaplık koridoruna attım.
*******************************
Bazı kalın, bazı ince, bazı eski, bazı yeni, bazı yıpranmış, bazı sağlam, bazı ucuz, bazı pahalı, bazı soğuk, bazı davetkar, bazı herkese, bazı elitlere, en çok da kimsesizlere kitaplar… Tam da düşündüğüm gibi bilgiden türemiş iri bir kaya gibi sırtıma biniyordu. Bu kadar kurgu, bu kadar fikir, bu kadar hayat… ağır ağır yürürken önüme çıkanları bir doğa manzarası önündeymiş gibi dikkatle inceledim. Sağ tarafta aşağı raflarda bir kitabın diğerlerinden bariz miktarda daha önde durduğunu gördüm. Merakla sırtını okudum. “ Asr-i Halef Çağ Üzerine Tetkikler, -Betarabius-” İsmi çok tuhaftı. Rastgele bir sayfasını açıp okumaya başladım.
“Bî-reyb buyrulunur ki bu çağda tüm tasımlar haleldar eylenmiştir. Us’un afakını şer, belahat sarmıştır. Akvam-ı beşer heveslerinin esiri olmuştur. Edebi eserlerde dahi bu bozukluk zahiridir.Öyle kahramanlar ihtiva ederler ki yegane alametifarikaları züppeliktir, ahmaklıktır. Mizaha istidat yüceltilir, abesiyet özgünlük addetilir, fevkalede takdis edilir. Civananı bu bela cereyanın pençesinden kurtarmak içün…”
Hiçbir şey anlamamıştım. Galiba buradaki birtakım kitapların bahsettiği “ulvi” konuları anlamak için insanın kendisinin de ”ulvi” bir yönü olması gerekiyordu.Kitabı aldığım boşluğa geri koymaya çalıştım. Ama olmadı. Bir iki itmeme rağmen diğer kitaplardan önde olan eski yerine bile sokamamıştım. Arkasında bir engel var mı diye ittiğim boşluğa baktım. Evet, küçücük, ince ama çapraz durduğu için epey yer kaplayan bir kitap bu anlaşılmaz ağır abinin yerine girmesine engel oluyordu. Küçük kitabı çekerek ilk aldığım kitabı güzelce yerine koydum. Sonra küçük kitabın sırtını okudum: “Şarkılarda Coşuyorum, -Simay Asil-“ Başlığın altına da küçücük ‘tiyatro oyunu’ yazmışlardı. Şarkılarda coşmak tam olarak ne oluyordu ki? Merakımı rastgele bir sayfasından girerek yenmek istedim:
“MEMUR: Sıra numaranızı aldıysanız şurada bekleyebilirsiniz.
HARUN: Bekle dedi gitti ben beklemediiim, o da gelmediii ya
Kaynak gibi bişi oldu ama ama ama kimse küsmedi
MEMUR: (şaşırmış ) Pardon?
HARUN: Yüzünüüüz ne kadaar daa gariiip
Avcumun içine alıııp şaş-mış olabilirim
Gözünüüz öyle dik diiik bakmasa
Sizii tanıdığımaaa yemiin ederiiiim
SIRADA BEKLEYEN ÖNEMSİZ YAŞLI: Evladım ne bu gürültü? Ne oluyor Memur?
MEMUR: (öfkeli) Ne bileyim ben teyze, herif burayı konser sandı herhal, elimden bir kaza çıkacak susmazsa.
HARUN: Af buyurun memur bey, çok özür dilerim. Hastalık bende bu, inanın isteyerek olmuyor.
S.B.Ö.Y: Guatr mı guzum?
SIRADA BEKLEYEN ÖNEMSİZ YAŞLININ SIRA ARKADAŞI: Hadisene Afife, sıra gelecek şimdi.
S.B.Ö.Y: Dur be Sevim, Guatr varmış çocukta. İlaç veririm ben ona şimdi.
HARUN: Yok teyzecim, Canticum Languor, yani Şarkı Hastalığı var bende, yıllardır muzdaribim.
S.B.Ö.Y: Hasbinallah, Tövbe estağfurullah.
MEMUR: Ömrümde böyle bişi duymadım. Neymiş bu peki?
HARUN: Peki pekiiiii anladık
Sen neymişsin be Aa…
MEMUR: (Harun’un üstüne yürür) Dalga mı geçiyorsun ulan sen!
GÜVENLİK GÖREVLİSİ: Sabah sabah bu ne bağırış çağırış, ne oluyor burada Memur?
MEMUR: Şu soytarıyı atın burdan Hamit Bey.
HARUN: Hayır efendim, öncesinde lütfen dinleyin beni.
GÜVENLİK GÖREVLİSİ: Açıklayın derhal.
HARUN: (telaşlı ve üzgün) Yıllardır çok hastayım ben efendim, Şarkı Hastalığı deniliyor, olur olmadık yerde şarkı söylemeye başlıyorum birden tik olarak.
GÜVENLİK GÖREVLİSİ: Allah Allah, ne garip bir şeymiş bu.
HARUN: Sormayın efendim, hiç sormayın. Öyle hınzır bir meret ki bu şarkı sözlerini bile kasten yanlış söyletiyor bazen.
GÜVENLİK GÖREVLİSİ: Anlaşıldı. Siz ne için gelmiştiniz bankaya?
HARUN: Yeni kart çıkarma işlemim vardı sadece.
GÜVENLİK GÖREVLİSİ: Tamam o çabuk bir işlem,üst kattaki Simge hanıma gidip sizi Memur’un gönderdiğini, işinizin acil olduğunu söyleyin. Böylece kimsenin tepesini attırmadan gitmiş olursunuz buradan.
HARUN: Ah çok teşekkür ederim size.
GÜVENLİK GÖREVLİSİ: Bir kaza çıkmadan acele edin.
( Harun üst kata çıkar, bir–iki dakika içinde işlemini tamamlayıp aşağı iner, çıkışa yönelir.)
HARUN: (Çıkmadan önce mahcup bir tavırla Memura seslenir) Tekrar kusura bakmayın Memur Bey.
(Memur eliyle ‘git git’ işareti yaptıktan sonra Harun uzatmadan bankadan çıkar. Birkaç adım yürür, arkasını döner, bankaya doğru gülümser. Cebinden ipliğini çıkarıp döndürmeye başlar, aynı anda da sahneden ve bankadan uzaklaşır)
HARUN: Kaaandııırdım nazlı yari
Sonunda çılgın sözlerle
Kandırdım
Sonunda küçük enişteyi oyunlarla
*****
Bu kitaba bayılmıştım. İlk defa bir kitabı gülerek okumuştum ki bu… tuhaftı. Yanıma almak, hatta hazır başlamışken okuyup bitirmek istedim. Ama burada böyle ayakta olmazdı, Barışların yanına da dönmek istemiyordum. Düşünürken aklıma yan sokaktaki park geldi. Oraya gidip kitabı rahat rahat okuyabilirdim. Bu fikri beğendim, kitabı yanıma aldım ve eşyalarımı toplamak için bizimkilerin yanına döndüm.
******************************
“ Ben gidiyorum.”
“ Nereye?” Barış erken ayrılmamı merak etmişti, Asım’da yine kulaklık vardı.
“Annem mesaj attı ya, evde yapılcak şeyler varmış.”
“Tamamdır kovboy, kendine iyi bak. He broşür almayı unutma ha, aşk bildirgesi.”
Gülmedim, gözlerimi devirerek oradan ayrıldım, merdivenlere doğru yürüdüm.
Ben vegan da değildim, solcu da değildim, nereden çıkmıştı ki bu boş Sude muhabbeti? Ben sadece yanlış bulduğum şeyleri söyledim, beni huzursuz eden şeyleri. Hepimizin derdi değil miydi yani bunlar? Çıkışa geldiğimde kapının önünde Sude’yi gördüm, onunla karşılaşmak hiç istemiyordum ama öyle bir yerde duruyordu ki iletişim kurmadan geçip gitmek mümkün değildi. Mecbur gülümseyerek dışarı çıktım. Beni gördü. O da gülümsemeye başladı ama biraz alaycıydı sanki onunki.
“Merhaba Kemal, nasılsın? ”
“Merhaba Sude, iyiyim, ders çalışıyordum biraz, şimdi eve dönüyorum. Sen nasılsın” Sude’nin gülümsemesi daha da artmıştı, ekstra rahatsız ediciydi artık.
“Çalış çalış tabi, önemli o işler. Ben gördüğün gibiyim ya, sabahtan beri buradayım, etkinlik var bak sana da vereyim, Çarşamba toplanıyoruz beslenme alışkanlıkları üzerine konuşmak için. Sen de katılsana bize?
“Olabilir,ben biraz düşüneyim uygun mu tarih.”
“Gelirsen söz geçen gün yediğin kovayı unutur temiz bir sayfa açarız.”
Sude sağ elini kaldırıp izci sözü işareti yaptı ve kısık sesle güldü. Bense afallamıştım. Yediğim kova… pazartesi Kfc’de mi görmüştü Sude beni? Ama nasıl? Her şey normal gibi davranmaya çalıştım:
“ Hahaha, umarım tertemiz bir sayfam olur, ben şimdi gidiyorum, görüşürüz.”
“Görüşelim Kemaal.”
Parka yürümeye başladım. Gerçekten bende bir sıkıntı olmalıydı herhalde, neden herkes laf sokmak için yaşıyor, en küçük anı kolluyordu ki? Barış ve Asım beni doğru dürüst dinlememişti bile, sulandırmışlardı muhabbeti. Sude desen üstü kapalı dalga geçiyordu. Sınav desen yakın.. off bee. Dedeler gibi park bankında oturup kumru beslesem, gazete ekindeki bulmacayı çözsem emekliliğim gelir miydi hemen? Deneyelim efendim, park bankı burada işte, oturduk. Diğer adımları da sonra deneriz. Neydi şu kitabın adı? Çantadan çıkarıp baktım. “ Şarkılarda Coşanlar”. Simay Asil yeni çıkan yazarlardan galiba.
Kitabı okumaya başladım.
HARUN: Çıkarlaaar yaşarlar, az düşünen kaşarlaar.