“Stonewall’u bildiğin kadar Eryaman’ı bilmezsin!”

Yıl 2006, yer Ankara. Günlerdir köşe başlarında, caddelerde, evlerin önünde Zeynep’e ve diğer kızlara cehennemi yaşattıran çeteler yüzünden artık ne kaldıkları mahallede durabilirlerdi ne de bu şehirde. O gecenin gündüzünde evdeki eşyaları toplayacak ve akşamında da ayarladıkları kamyonetle Y…’un memleketi Mersin’e gideceklerdi. Zeynep, Mehmet’e hiçbir şey anlatmadan çıktı evden, bu şehirde son kez görmek istediği tek kişinin Mehmet olduğunu söylemeden çıktı evden, gözyaşları onu son kez görmenin verdiği hüzne yenik düşmeden bir an önce çıktı evden. Zeynep, evden çıktığında saat dörde geliyordu, güneşin doğmasına az kalmıştı.

Sokağın sessizliğini bozmamak için kırmızı topuklularını çıkartıp eline aldı. -şimdilerde paparonlardan kaçarken de  kolaylık sağlardı, bu. Paparonlar geliyooor naşlayın!  Bölgedeki sokak lambaları bir süredir kapalı, karanlığın içinde -ya da içine- ağır adımlar atarken hiç gerçekleşmeyecek hayallere daldı. Mehmet yanındaydı şimdi. Ne şugar çocuk! O yanında olduktan sonra ne belde ne sirkaf! Ay yok vazgeçti, hayalde de kelavlık yapamaz! Öyleyse hem Mehmet hem belde hem sirkaf! Kafalarını soktukları küçük sıcak evlerinde mutlu mesut yaşarlardı; bir güler yüz, bir güzel söz. Her sabah kravatını bağlayıp işe yollardı Mehmet’i. (Hani filmlerde, dizilerde olduğu gibi.) E peki kendi ne yapacak sonra? Ayol kura kura evde oturmanın hayalini kuruyor, pes! Mutlaka o da çalışmalı. Hem de şöyle ismi olan bir meslekte çalışmalı ki o kürcü lubunyalara da fırsatçı laçolara da ahlakçı(!) paparonlara da  güzel bir ders versin. Tabii ya ders versin! Köydeyken de öğretmen olmayı isterdi, edebiyat dersinde fena değildi. Üniversitede de bu bölümü okurdu okusa ama kendine daha uygun olanını. Mesela Lubunca Dili ve Edebiyatı. Ay! Bizimki yine başladı saçmalamaya!

Kafası terliyordu, peruğu çıkarttı. Başkomiser kafasını tıraş ettiğinden beri bunu kullanıyordu; eli kel kafasına her gittiğinde babasına, abisine, köydeki sınıf arkadaşlarına, Ankara’daki çetelere dair anılar bir kurşun gibi sert ve öylesine hızlı şekilde kafatasını delip geçiyordu. Eli kel kafasına her gittiğinde kendi çocukluğunun başını okşuyordu.

Durdu, bir sigara yakıp dudaklarının arasına aldı. Üç yıl önce buraya ilk geldiğinde tek makyaj malzemesi olan kırmızı ojesiyle renklendirmişti bu dudakları. Sonra çarka çıkmıştı. Sonra ruj almıştı kendine. Sonra kızlarla tanışmıştı. -sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı- Sonra birlikte ev tutmuşlardı Eryaman ‘dan. İnsanlardan uzak, çöl gibi bir yerdi o zamanlar orası, sanki saklanmaları için özel hazırlanmıştı. Bütün o “ucubeler orada bir araya toplanmıştı.

İyi kötü yaşayıp gidiyorlardı orada ama işte Zehra karısı, gayrimenkul sevdasına piç etmişti o yaşamı. Zenginlere bilmem kaç yüz bin liraya satılacak koca koca binalar yapmak için gelen inşaat şirketi, kızlar burada oldukça dairelerin satılmayacağını anlamış ve belediyeyle birlik olup çeteleri salmıştı üstlerine. Ulan 19 yaşındaki tıfıl oğlanlardan bile dayak yediler be! Gerçi Zehra’nın suçsuz olduğunu söyleyenler var ama… İki aya kalmadan o şerefsizlerin diktiği binalardan ev almazsa Zeynep de ne olsun! Aha buraya yazıyorum.

Neyse, sonunda bitiyor işte; gidecekler. Öfkesi ve kaygıları beynini iyice bulandırmadan  yeni bir hayale başladı, bu sefer yeni şehrindeydi. Biliyordu Mersin’de de hiçbir şey güllük gülistanlık olmayacak ama ne çıkar zaten zorluklara alıştılar. Burada her bayram toplanılır       -birbirlerinden başka gidecek yerleri yok!- Mersin’de olurlarsa Y… söz verdi bayramlarda denize götürecek onları. İnsanlar ne der diye düşündüler tabii ama tenha bir yer de bulunurmuş elbet. Bulunmuş.

Renkli bikinisiyle kendini serin bir suya attı; ayaklarının altındaki kum biraz kımıldadı, gıdıkladı. Güneş vurdu tenine, ısındı. Biraz su fırlattı kızların yüzüne, oynamaya başladılar. Ağzından burnundan sevinç kaçtı içine. Ne mutluydular! Yorulunca kurulanıp güneşlenmeye oturdular. Küçük olanlardan Bahar, karpuz dilimledi herkese. Suyunu akıta akıta yiyip hallerine güldüler. Hareketli şarkılar söyleyip dans etmeye başladılar sonra. Sonra-

Arkasında bir arabanın durduğunu duydu Zeynep ve sesle birlikte sokağa döndü. Aniden oluşan korku vücudunu ağırlaştırıyor, yere çakılmış gibi hissettiyordu. Cesaretini toplayıp yavaşça kafasını çevirdi. Yeşil Ford. Ne olduğunu anlamasına kalmadan iri yarı bir adam indi arabadan. Işıksız sokakta adamın vücudu bir gölge gibiydi ama belindeki silah parlıyordu. Kimdi bu adam? Suratı seçilmiyor fakat birilerini andırıyordu. Yıllar önce döve döve sol kolunu kırıp da kapıya koyan babası mıydı? Babasına onu şikayet eden abisi miydi? Köy meydanına götürüp rezil eden sınıf arkadaşlarından biri miydi? Geldiği ilk zamanlarda tecavüzüne uğradığı polis miydi? Eski takıntılı laçosu muydu? Kimdi bu adam? Suratı seçilmiyor ve herkesi andırıyordu.

Zamanı yok. Kaçması lazım. Hiç zamanı yok! Hemen kaçması lazım! Üç adım koştu. Bir çığlık attı, kimse duymadı. İki el ateş edilmedi, kimse duymadı. Kurşun, kafatasını delip geçmedi. Zeynep, ölmedi. Zeynep diye biri hiç olmadı. Yerde kalmadı kan ve peruk. İbnenin öldürülüşü elbette gazetelerde yayınlanmadı.

*Bir kişi daha eksilmeyeceğiz. Ve tabii her yürüyüşümüz onur yürüyüşü!