Gece kalktım, sabah yattım; uyumuyorken de uykudaydım hep. Başıma muhteşem önemli bir olay gelmedi, hikâyenin öznesi değilim. Öznesi benden çok uzakta bu yazılanların, dört yıl ve 370 kilometre uzakta; bu satırlardan bihaber devam ediyor soluk alıp vermeye, belki de etmiyor. 

Sabahın erken saatlerini yaşarken sarhoş hissederim kendimi, damarımda dolaşan alkol değil mahmurluğun anlatılamaz keyfidir. Birkaç bin insanın olduğu ilçede liseye gitmek de bu keyfi katlar, zira en iyi ve tek arkadaşım, doğan güneşten ışık çalan ağaçlardır. Dört çocuk büyüten ve artık kimsesiz bir kadın için de bu böyle olsa gerek diye düşünürdüm o zamanlar, kendimi Freud ya da Sabahattin Kudret sanmamdan ötürü ismini ufak not defterime yazdım o kadının; hep gördüğüm, beni fark etmesine imkân tanımadan yaşantısını ezberlediğim adeta eski bir binanın duvarıydı Oya Teyze. İnsanların, en büyük yargıcı hayatlarımızın, tabiriyle Pasaklı Oya.

Pahalı markalardan, izlemek istediğimiz filmler için ödeme yapmaktan ve aşktan bihaber olduğum 2015 yılında en iyi arkadaşım bozulmuş parke yollardı, kanatlı hayvanların özgürlük sandığı ufak kümesler aniden şehirli evlere devşirilmekte, parke yollar muntazamlaşmaktaydı adım adım. 

Henüz şehrin başladığını hissetmeden rastlarsınız Pasaklı Oya’nın evine; duvarın dışında, üstünde yıpranmış çiçek desenleriyle bezeli minder dikilmiş bir tabure karşılar sizi. Oya’nın en iyi dostudur bu dört ayak ve birkaç santimetre karelik alan. Öyle merak uyandırıcı gelmişti ki bana ilk başta, sadece Oya Teyze için o yürüyüş yolunun müdavimi olmuştum, kendime yukarıdan bakıp gözlemciliği yakıştırırken; sadece bir anlatıcı olduğumun farkına varmamı sağlamıştı. Gözlerindeki diriliğin aksine buruşuk yüz hatlarıyla ve itinayla bağlanmış bürgüsüyle, Anadolu türbanıdır iğne oyasıyla üstüne hayat işlenen bu bez parçası ve o arayan sesiyle eşsiz bir takvim yaprağıdır adeta. Günde yaşamayan, hatta varlığı dahi unutulmuş ama hâlâ üstündeki ‘gün için yemek önerileri’ dikkate alınan bir takvim yaprağı. Çocuklarının bile aramayı aklına getirmediği bu kadın, her gün çiçeklerini sularken neler düşünürdü peki; özler miydi kendisinin diri ve arzulanan bir kadın olduğu zamanları, çiçeklerin dile gelmesini ya da içlerinden bir masaldaymış gibi kaplumbağalar çıkmasını ve onunla kalmasını diler miydi? Tüm bu kesin düşüncelerinin kafasını kurcaladığı sabahlardan birinde uyanıp çiçeklerinin betona döndüğünü görünce ne hissetmişti. Kaldırımlardan mı nefret duymuştu, çiçeklerinin katilinden, yoksa devletten mi. Ya da artık vaktin geldiğini anlamış ve kendini o minderli tabureye bırakıp nihai buluşmayı beklemeye mi koyulmuştu? Bana seslendiği, hatta bağırdığı ki duyabileceğim en gerçek haykırıştı. Bazı yalnızlık eşikleri vardır ve onları aştıktan sonra artık insanlar sadece insan değillerdir; yaşamın kanıtıdırlar, ölü ya da diri olmanın turnusolu.

Bu taşra yerleşimine veda ettiğimde el sallamak istediğim tek kişi vardı, Pasaklı Oya. İnsanlar onun yeterince temiz olmadığına ya da bu delirten yalnızlıktan artık çıldırıyor olmasına bakarken kaçırdıkları bir şey vardı. Geçmişin tüm yükünü sadece omuzlarına almamıştı; kalbi, aklı ve yüzündeki buruşmuş her bir hat bu ağırlığı taşımayı diretmekteydi. Gelecek beklentisiyle ayrıldığım ve bana yalnızlıktan haz almayı sunan bu hiç de çekici olmayan ilçeye bir daha dönmedim. 

Eğer hâlâ yaşamakta ayak diretiyorsa Oya Teyze ve bir gün yolum düşerse evinin yanına, ellerimde bir tohumla gitmek isterim. Ne kadar yaşlanırsa yaşlansın vazgeçmeyen bu yüce takvim yaprağına yaratmak layıktır çünkü. Bireyleri, çiçekleri ya da yarınları. Yarınları yaratırken ayak direyip, bu bela denizinde bir tahta parçasına tutunup, önünüzü görmeniz dileğiyle.

 

Can Metehan Şimşek