İşte bu dağların, dalgaların, dağ gibi dalgaların görüldüğü ilk zamanı kimse bilmez; ilk kez kimin aşıp gittiğini de öyle. Göğe vuran renklerin, yeşil gözlü zeytinliklerin ve daha birçoklarının yaşama hevesi verdiği bu toprakları yalnızca bir kişi terk etti. Çok erken bir yaşımda bir çizgili yüz ve bir yaralı gözden okudum bu hatırayı. Bu sonuncu veda imiş, bir daha olmayacak. Her şeyin bir sonu var; sürgünlüğün, hastalığın, mahpusluğun bile. Tam da bu sebepten giden geri çağırılmamalıymış hiç.

Dağları birlikte yonttular, dağların ardını yakın ettiler. Kimse düşürmesin diye aklına uzakları, gitmesin diye bir yere. Akşamdan sabaha ve sabahtan akşama hep aynıydı vakit. Eylülden itibaren uzamaya başladı geceler ve bir ses fısıldadı: “Dağları yonttular, peki ya dağların ardındaki sular?”. Artık kaybolan gemilerin ardından düşlerimde koşmakla yetinemezdim elbette. İçerisinde bulunduğum hali izah edebilecek sözcükleri aramak, bulmak, yerli yerinde kullanmak, dünya üzerinde var olduğumuza dair bir kanıt bulmaktan çok daha zor olacaktı. Ele geçirilmiş bir kuş gibi çırpınırken içimde hürriyet, ruhumda yaşamaktan çok kaçmak arzusunu duyuyordum.

Doğayı kıpırdatmadan, korkudan bağırmadan başımı kaldırdığımda yüzüm nereye dönük olursa olsun baktığımdan çok başka şeyler görüyorum. Kuşlar ürküten ve kırmadan dokunmayı bilmeyen hoyrat eller tarafından gözlerinden kırılmış bir aynayım artık ben. Tüm güzelliklerin ve hayran olunası hallerin sonsuz kusuruyum. Bir vicdan azabı olarak sanki asırlardır taşıdığım yüzünün hatırası siliniyor hatırımdan. Denize bakmak unutulanları hatırlatırmış. Yalvarırım bana gözlerini ver.