Dün, bugün ve yarın…

 Aklım tümüyle şu anda. Yeryüzündeki renklerin hepsini üzerine bürümüş kolibrinin ürkekliğiyle, yüzümü okşayan rüzgarda. Gözlerimi açmamla olduğum yere dönmem bir oldu.

Bir tren istasyonu… Olay ve durum diye ayrılan öykülerin bütünleştiği bir istasyon. Yaprakların üstünü ipince bir buz örtmüş, kuşlar titriyor; fakat Beyefendi uzun bir aradan sonra ilk ve fikrince son kez sigarasını tüttürüyor. Sarı çizginin hemen ardında iki çocuk var anneciğine koşan ve karşılarında anneleri, bakışları; Terk edilmiş bir yıkıntının hiç kaybetmediği sıcaklığı ve bir o kadar da mahzuniyetini andıran.

  Sıradaki seferi bekliyorum demeye kalmadan geldi bile. Bu anı bekliyor olacaktı ki aniden toparlandı. Önüme geçip gözüne  bir yer kestirdi ve yerleşti.  Tren hareket ettikten bir süre sonra herkesi bir uyku hâli almıştı hâliyle o da gözlerini kapadı.  

 “ Duyuyorum gökyüzünde bir ağıt kopuyor bizim için belki de bana olan kızgınlığındandır tüm evrenin. Verdiğim sözü yine tutamadım, iyi bir insan olamadım. Birlikte kurduğumuz hayallere uyum sağlayamadım belki de ben, ben olamadım. Tıpkı eski günlerdeki gibi gördüğün her portakal çiçeği beni anımsatsın sana çünkü ben hep seni anımsayacağım. 

Her şey için özür dilerim…’’

Gözlerini her kapayışında bu cümleler yankılanıyordu kulaklarında, bu yüzden günlerdir uykusuzdu. Yorgunluktan,  istemeyerek de olsa  uyudu. Karanlık ona elini uzattı ve şarkıları -Porteghale Man- çalmaya başladı. Onun kokusuyla dans etmek susatan bir su gibiydi, birbirlerine doyamıyorlardı. Tüm figürleri, suyun taşların arasından akıp gidişi kadar doğal ve uyumluydu. Yılların biriken özlemi kollarının arasında bir bütün oluvermişti. Gözlerinden akan huzur yaşlarına karşı koyamayışından görülüyordu mutluluğu.  Müziğin kapanmasıyla ışıklar açıldı ve sevdiğinden geriye kalan bir parça karahindiba oldu.

  Trenin aniden çalan düdüğüyle, yüzünde ‘‘yine uyumuşum’’ ifadesiyle uyandı. Kan ter içinde arkasını dönüp ne olduğunu sordu. Açıkçası onu seyrederken ne olduğunu ben de tam anlayamadım ama bozuntuya vermeden duyduğum kadarıyla yavru geyiklerin geçtiğini söyledim zaten fazla önemsemedi. Sakin kalabilmek için önündeki peçeteyle bir şeyler yapmaya çalıştı. Önce ne olduğunu anlayamadım garip bir şekildeydi, daha sonra küçük bir tosbağaya dönüşüverdi. 

Sıkıntıdan daralan göğsümün çığlığı duyulmuş olacak ki gökyüzünden küçük, beyaz tanecikler düşmeye başladı. Donmuş su taneciklerinin özgürlüğüne kavuşması biraz huzur verdi. O ise ruhu bedeninden bağımsız  bir et yığını gibiydi.

 Bir defter çıkardı, eskitilmiş fakat hâlâ yeni görünen çantasından. Sayfaları karıştırmaya başladı bir şey ararcasına. Küçük bir fotoğrafı alıp saçını, duruşunu düzeltti. Karşısındaymış gibiydi fotoğraftaki kadın. Uzun uzun baktı. Tıpkı bir arada oldukları zamanlardaki gibi, hem güldü hem ağladı. Birkaç sayfa daha çevirince, üzerinde minik papatyalar olan bir toka geçti eline. Küçük bir tebessümle cebine koydu onu. Bu trende kimse onları tanımasa da her halinden belli oluyordu aralarındaki bağ. Bir süre düşündü ve çantasını tekrardan açıp, dışarıdan kontrplağı andıran tatsız tuzsuz, kepekli bisküvisinden atıştırdı. Binmeden önce on yaşlarında bir kızdan aldığı sudan içti. Hayatta kalmak için gerekenleri yapmıştı aslında ama yaşayan biri gibi değildi hâlâ.

 Tren durdu, hava da aydınlandı. Ben yavaşça toparlanırken o derin bir nefes aldı ve gözyaşlarını sildi.“ Bu son durak değil yeni yolumun başlangıcı.’’ diye mırıldandı. Oturmaktan sıkılan insanlar koridora yığılmıştı. Kalabalığın arasından küçük tosbağası kayıp gitti. Benden önce  indi ve indiğimde ruhu tekrar onunla gibi donakalmıştı çünkü sarı çizginin hemen ardındaki kadın, elinde portakallarla ona kucak açmış bekliyordu. Yeni yolculuğunun ilk adımı ona sımsıkı sarılmak oldu.