Nereye varacağını bilmeden yürümek, hayatın sunduğu en güzel eylemdir belki de. Öyle ki, gece yerini sabaha bırakırken, sokakları aşındıran bir çift ayak anlatabilir gün doğumunun hikâyesini. Kızıla çalan gökyüzü, içinde saklı kalmış umutları barındırır. Sabaha karşı esen serin rüzgârlardan dinlenir anlatılmamış masallar. Ve öyle ki, bir insana sarılıp uyumak için en güzel zamanlardır o anlar.

Genç kadın balkondan esen rüzgârın tenine değişiyle örttü diz kapaklarını. Guguk kuşlarının sesinde her sabahki anlamsız huzur vardı. Yaşlı akrabalarının evlerinde tanıştığı basit düzenekli alarmlar gibilerdi sanki.  Seslerini her duyuşunda sükûnetle uyandığı yaz sabahlarını anımsardı. Ve bu yaz, belki de uzun bir dönemin ardından gelen keyifli bir iç çekiş olacaktı hayatında. Bazı bekleyişler, hiç gelmeyişlere tanık olur derler. Bazı hayallerse, yaşananları istenmeyen bir kargaşaya sürükler. Yaşanmışlıkların öğrettiği bazı şeyler gibi, beklentilerin düşük tutulduğu mütevazı hayatlarda, yaşananlar ve yaşanacak olanlar, yazılmamış şarkıların bir anda akla gelen sözleri gibi kazınır akıllarımıza. Ve bazı yazlar, bazı hayaller kadar çabuk geçer hayatlarımızdan.

Saat sekize gelirken uyanan Menekşe, -en azından ben ona öyle diyordum- soluğu balkonda almıştı. Haziranın bu zamanlarında bile kargalardan önce uyanan insanlarla doluydu sokaklar. Şimdilik onları göremiyordu fakat var olduklarını sezebiliyordu uzaktan. Çimlerde gezinen kedilere ilişti gözleri. Çam ağaçlarının üstünde cilveleşen kuşları izledi bir süre. İçeri geçti ve yatağa oturdu tekrar. Her sabah tekrarlanan bir seremoninin parçası gibiydi düzenli olarak yaptıkları. Hayatın anlamını sorgular gibi bakarken duvarlara, çay yapma fikriyle ayaklandı. Uyanmak için içilen kahvelerden ziyade, şekersiz içtiği çayıyla aydınlanırdı sabahları. Öylesine güzeldi ki, kendimi pis bir röntgenci gibi hissederdim onu izlerken. Hiç tanışmamıştık ama o bana inanırdı, ben de ona inanırdım çok uzaklardan. Bir şey başarmış gibi girerdi odasına sabahın ilk çayını demledikten sonra. Odasını toparlardı. Sanki bir daha hiç girmeyecekmişçesine düzeltirdi yatağını. Mutfaktan geldikten sonra aklında bir şeyler var gibiydi. Genç kadın demlediği çayın olmasını beklerken balkonda bir sigara yaktı. Yatağını toplamayı geciktiriyordu anlaşılan. Beni yalancı çıkarmıştı. Kâğıtlara çiziktirdiği notlar arasında gözüme ilişen bir tanesi var ki, ‘’Sana âşıkken içtiğim ilk sigarada tütünden farklı bir şey vardı.’’ Diye başlar. Menekşe’nin içtiği her sigarada tütünden başka bir şey olmalıydı. Mutluyken bile hüzünlenir gibiydi her dumanı çekişinde. Ciğerlerine duyduğu saygıdan mıydı bilmem, unutamadığı bütün anıları anımsar gibi keyiflenirdi sigarasını söndürdükten sonra. Ben onu hiç anlamazdım ama anlayacağım günler geleceğine inanırdım. Bir on dakika oldu olmadı, mutfaktan elinde dumanı tüten bir bardak çayla aydınlattı odayı. Küçük bir tabak zeytin ezmeli sandviç ve çayıyla yaptı bu gün de kahvaltısını. Belki de değişiklik aramadığından, belki de evdeki zeytin ezmesini bitirmeye çalıştığından, bir aya yakındır aynı sandviçi yerdi sabahları. Bir süre gözüm çamda cilveleşen kuşlara takılmıştı. Menekşe çiçeklerini suluyordu cd çalarından açtığı şarkılarla. Tabaklar yıkanmış, yatak da toplanmıştı aynı zamanda. Kapıcının yavaşça kapıyı tıklatmasını duyamayacaktı.  Saat ona doğru kapısını açacak ve gazeteyi alıp küçük torbaya bozuk paralar bırakacaktı. Bazen bir kadının yaşamı böylesine huzurlu olmalı diye geçirirdim içimden. Hıçkırarak ağladığı geceleri, bütün gün uyuduğu bazı günleri saymadığım zaman, oldukça güzel bir hayatı vardı. Sadece evini izleyerek tanımaya çalışıyordum onu. Sesler ve sözler umurumda değildi. Gözlerle anlaşılabilecek ne varsa, dinleme cihazlarını kaybetmiş ajanlar gibi gözlemlerdim. Ne iş yaptığını tam kestiremiyordum hala. Şair olabileceğine dair kanıtlarım vardı. Yazdıklarının bu denli güzel olmasını bağlayabileceğim sebepler arıyordum. Evine giren erkeklerle olan bağları, yazılanların eskilerde kalan birine ithaf edildiği izlenimini veriyordu bana. Yalnızca bir adamla bir kadın çekiyordu dikkatimi. Her geldiklerinde rakı sofrası kurulur, radyo açılır, bütün gece ağızlar durmadan konuşurdu olanı biteni. Bazen mezeler yerine sadece balık yaparlardı. O zaman buralardan limon sıkmak gelirdi içimden tabaklarına. Keyifleri keyiflendirirdi beni. O adamla o kadın her geldiğinde güldüğü gibi gülsün isterdim Menekşe. Kaç yaşında olduklarından da bir haberdim. Yirmili yaşlarının sonlarında gibilerdi. Bazen bütün gün hiç eve girmediği olurdu hatta.  O zamanlarda, masasının üstünde bıraktıklarıyla ilgilenirdim çoğunlukla. Bazen birkaç parça kâğıt, bazı kitaplar, son zamanlarda da tatil broşürleriyle dolu olurdu ortalık. Dinlediği müziklere, izlediği filmlere dikerdim gözlerimi. Sezen Aksular, Bülent Ortaçgillerle karşılaşır, o yokken dinlerdim CD’lerini. Sonra vazo kırmış çocuklar gibi elim ayağıma dolaşır, utanırdım yaptığıma.

Bazı zamanlar gözlerini kapardı sadece. İşte o zamanlarda dünya duruverirdi. Sessizliğiyle kulakları sağır edecek kadar bağırabilirdi Menekşe. Öyle ki, ahşap zemine düşen tek gözyaşında boğardı aklına gelenleri. Sonrası, öncesi, şimdisi… Sonsuz bir sessizlik oluverirdi. Öyle zamanlarda yalnız hissederdi kendini. Camları açar bir sigara yakardı oturduğu yerden. Volta atardı balkonda. Sonra açar eski defterleri, yazabildiği kadar yazardı genç kadın. Bazen sesli okurdu şiirlerini. Kendi kendine hüzünlenir, daha çok ağlardı. Telefona sarılırdı bazı zamanlar. Ahizeyi sertçe yerine koyar, arayamadığı her kimse yine vazgeçerdi yapacağından. Sonra bir çay yapar, hiçbir şey olmamış gibi bir film açar kahkaha atardı.

O gece sabaha kadar balkonda oturdu genç kadın. Beyaz bir pikeye sarılı, ayaklarını karnına doğru çekiliydi. Her seferinde mutfağa gitmemek için çayı semaverle getirmişti. Bazı insanların hayal edemeyecekleri kadar sessizdi etraf. Bedenleri içinde sıkışmış insanların anlayabilecekleri bir huzur değildi gün doğumunu izlemek. Düşünceleri arasında kaybolmamak için bir de radyo vardı yanında. Komşular derin uykudaydı. Aslında en büyük huzur, kendini dışarda hissetmek ve etrafta kimselerin olmayışıydı. Bir kâğıt getirdi içerden. Birkaç satır bir şeyler karalamaya başladı.

Hani şu geceyi sabaha bağlayan anlar var ya, adına şafak denilen

Beni hapsedin o anlara,

Hapsedin ki buruk bir tebessümle bakayım gökyüzüne.

Bırakın pembeliğinde boğulayım bulutların

Tan yerinin huzurunda bulayım gizli kalmış hayallerimi.

Biraz yukarda, ay saklasın hüzünlerimi,

Geçmeyecek bir yaranın izlerini taşıyayım ama

İçime işlediği kadar yolumu da aydınlatsın söylenmemişlikleri.

Var olmayan bir güneşi kıskanan kindar bir uyduda bulayım anlatamadığım kederleri.

Yıllarca baksa bile ne anlattığını anlayamayacağı fotoğraflara bürünsün duvarlar

Samimiyetsiz aşk sözleri takılsın boğazına.

Ya bırakın da,

Unutulamayanlar arasından tek bir hamleyle alayım öcümü.

‘’Seni seviyorum.’’ diyeyim de

Ne dediğimi dahi anlamasın.

Bırakın beni,

Hani şu geceyi sabaha bağlayan anlara bırakın.

Bırakın da,

Onu çok sevdiğimi anlayacak kimseler olmasın!

Çaktırmadan okurken yazdıklarını, bir damla yaş süzüldü gözlerimden. Tutamadım kendimi. Tan yeri ağarırken yağmur başladı, genç kadın usulca topladı ortalığı. O günden sonra Menekşe her şiir yazdığında kısa da sürse, birkaç damla yağmur yağdı.