Kendimi yeniden bir yol ayrımında bulduğum zamanlardı. Artık bu tekrarın benim için alışılmadık olmadığını, aksine hayatımda bu tür dönemeçlerin rutin hale geldiğini hissediyordum. Değiştiğimi, ayakları yere basan bir gerçekçi olduğumu zannetsem de küçük şeylerin insan yaşamında büyük etkileri olduğuna inanan bir hayalperesttim hala. Hayatın ne kadar basit olduğunu kabul edemiyordum. Onu hep gözümde büyütüyordum, onunla dövüşüyordum, onun umrunda bile değildim.
Her şey Kemal’in bana aldığı içinde küçük çiçekler olan üçlü pencere kenarı vazolarından birinin kırılmasıyla başlamıştı. Vazonun içindeki toprak dağılarak halıyı ve fayansı çamur rengine boyamıştı. Fayanstaki toprağı temizlemek kolay olmuştu, ancak halıyı yıkamaya vermek gerekmişti. Halı yıkama şirketinden gelen delikanlı halıya bakarak söylendi. “Ablacığım bu biraz zor çıkar yalnız, çiçeği sulamamış olsaydın kuru olsaydı neyse diyeceğim de toprak ıslakken kırılmış. Hani haberin olsun da sonra neden halım eskisi gibi olmadı deme bize.” Temizleme şirketi. Her şeyin bir şirketinin olması bana çok boğucu ve aynı zamanda çok gülünç gelmiştir. O zamanlar da öyleydi. “Önemli değil, olduğu kadar.” deyip geçiştirdim delikanlıyı. Delikanlı demişken, aynı yaşlardaydık ancak “Aramızda cinsel bir şey olmayacak.” koruması gereğince söylenen “Ablacığım” kelimesiyle aramızdaki yaş farkı biraz artmıştı. Yirmi altı yaşındaydım. Bir önceki yol ayrımımın üzerinden yalnızca bir buçuk yıl geçmişti. Bugünden bakınca, aslında bir buçuk yıl öncekinin bir dönemeç olduğu noktasında ne kadar yanıldığımı görebiliyorum. Çünkü yine aynı yerdeyim, o yol yürünmeden önceki yerde. Yine bugünden geçmişe bakıyorum. Boyun fıtığıma rağmen başımı geçmişten çeviremiyorum. Yalnızca zannederek ve yanılarak ve ne kadar zannettiğimi ve yanıldığımı anlayarak geçiyor ömrüm. İyileştiğimi zannediyorum. İ-yi-le-şe-mi-yor-um.
Bundan tam bir buçuk sene önce yine aynı anda hayatımdaki birçok şeyi yitirmiştim; alıştığım, varlığının bana iyi gelip gelmediğini bile bilmediğim ancak kendime yarattığım güvenli alanda var oluşlarıyla kaygılarımı azaltan her şey eş zamanlı olarak hayatımdan gidivermişti: Bir ev, bir kedi ve bir adam. Küçük ve zararsız bir virüs yavrucağzımın ciğerlerine inerek onun henüz tam anlamıyla oluşmamış bağışıklık sistemini yenmiş ve çocuğumu alt etmişti. Kendisine kısa sürede çok alışmıştım. Onunla birlikte uyuyor, uyanıyordum. Mutsuz, hasta ve yorgun günlerimde o kıvrak zekasıyla durumun vahametini anlar, karnı karnıma gelecek şekilde üzerime yatarak beni ısıtırdı. Karnının sıcaklığıyla her şeyi iyileştirebileceğini düşünüyor gibiydi. Üstelik bunun bir düşünceden ziyade bilimsel bir gerçeklik olduğundan çok emin bir duruşla yapardı tedavisini. Görevini ifa ederken gözlerime bakmazdı, beni mahcup etmek istemezdi. Yetişkin bir kadının yavru bir kediye muhtaç olduğu hissiyle yüzleşmemem için elinden geleni yapardı. Ne yazık ki ben bu gerçekle barışıp kendi acziyetimi kabulleneli çok olmuştu. Bir gün basit bir virüsün benim deevvvv bedenimi ve güçlü ruhumu yenebilecek olması ihtimali bana hiç uzak gelmezdi. Bu yüzden Kedi’yi kaybettiğim için şaşkın değildim, ama küçük şeylere sahip insanların kayıpları bana hep daha trajik gelirdi. Hayatla da tam bu noktada dövüşüyordum: Onu omuzlarından tutup sarsarak “Bırak ulan yakamızı! Elimizde ne var ki neyi alacaksın?” diye bağırmak istiyordum.
Kedi’nin gidişinden sonra bir başka ayrılık daha yaşamıştım. Kedi kadar sık vakit geçirmesem de uzun zamandır varlığı bende alışkanlık haline gelmiş biri tarafından terk edilmiştim. Onu tanıdığımda acı çekiyordu. Bir kız çocuğunu toprağa vermişti, bir kadın onu kalbinden kovmuştu. Bir ölüm bir ayrılık yaşamıştı ama ruhu iki ölümün yasını tutuyor gibi karnını tutarak, eğilerek, yumruğunu denk getirdiği her türlü zemine vurarak acı çekiyordu. Bu acıdan sonra hiçbir şey hissetmeyen bir adam haline gelecekti. Benimle tanıştığında, öyle olsun istediği için belki, bir şeyler hissettiğini zannedecekti. Onun yanılgısına kapılıp aşık olacaktım ona. Hiçbir kutsalı kalmayan bu adamın beni yok sayışıyla seneler içinde birden ve hatta ikiden daha fazla kez ben de kayıp hissini tadacaktım. Benim de ruhumu majezikle bile geçmeyecek türden bir sancı saracaktı. Ve en sonunda ben de bütün kutsallardan arınacaktım. Beni terk edenlerden hıncımı evimden çıkaracak, ben de yuvamı terk edecektim.
Yaşayan birini kaybetmek bana her zaman çok tuhaf gelmiştir. Zihnin yaşadığı travma ile kalbin bulandığı, mideye kramplar girdiği, kusma-ağlama isteğinin aynı anda var olduğu, nefesin sıkıştığı birkaç gün yaşanır. Hala yaşayan birinin senin yaşam öykünde yok olması, kendi elleriyle zaten sana ait olan bir yere seni iterek sende boşluk yaratması, senden çaldığı bir kalemle kendi yolunu çizip seni yolsuz ve belirsizlikle bırakması… Tanrı biz kullarını sevseydi yalnızlığı kendine mahsus kılmazdı. Tanrı var olsaydı küçük saçma bir virüsle Kedi’yi benden almazdı.
Kemal hayatıma gireli ise çok uzun bir süre olmamıştı, ancak kendisini yeni tanıdığımı söyleyemeyecek kadar da uzun bir süredir benimleydi. Onunla biraz daha neşeli bir yönümü keşfetmiştim. Ruhumun daha az majeziğe ihtiyacı oluyordu. Bir keresinde bana üçlü küçük vazolarda sulanan çiçeklerden almıştı. Vazolardan birinde lavanta vardı, diğer ikisinde yeşil otlar. Daha önce sık sık hayvanlarla yaşadığım olmuştu ama annemin aksine bitkiler pek bana göre değildi. Yine de çok heyecanlanmıştım. Doğrusu Kedi’nin ölümünden sonra iyi gelmişti lavantalar. Onları her gün sulamaya çalışıyordum, ancak üst üste iki gün suladığımda toprağı suyu kabul etmiyor, verdiğim tüm suyu dışarı kusuyordu. Gerçekten suya ihtiyacı olduğunda ise saniyeler içinde bütün suyu kana kana içiyordu. Kemal’le benim aksime lavantayla yavaş yavaş birbirimizin dilinden anlamaya başladığımız günlerden birinde, ben yine bir evi terk etmeye hazırlanıyordum. Bu sefer neyin, kimin hıncını ait olduğum yerlerden çıkarıp kendime ve dünyaya duvarlar ördüğümü bile bilmiyordum. Benim tüm bağlılığım, kutsalım, sevdiğim, sevenim göçtü sanki. Odamdaki eşyaları toplarken dirseğimle vazolardan birine çarpıp yere düşürdüm. Neyse ki kırılan lavantanın olduğu vazo değildi.
Kemal kısa bir süre sonra beni terk edecekti.
Ben doğduğum yere, Ankara’ya dönecektim. Başka bir şehirde yaşamaya başlayacaktım. Hikayem hala göçtü.
Artık geçmişe bakmayacaktım. Boyun ağrılarım için majezik kullanmayacaktım. İlaçlara bağışıklık kazanmayacaktım. Sevmekten de acımaktan da korkmayacaktım.
Otuz yaşına geldiğimde kimsesiz bir çocuğun annesi olacaktım ve lavanta mor tebessümüyle oğluma ve bana gülümsüyor olacaktı.