“Yıldızları izleyerek yürüyelim.” Ve yürüdük. Gerçek yıldızların altında sahte yıldızlar. Bisikletin taşlar üzerindeki tıkırtısıyla birlikte ve ağzından çıkmakta olan bir duman.

“Yıldız kaydığında ne dilersin?” Ona baktım, o sahte gökyüzüne bakmaya devam etti.

Ne dilersin?

Ben ne dileyeceğimi biliyorum. Ama söylemem. En azından şu an, burada değil. Ne dilediğimi söylemem için birkaç ay geçmesi gerekiyordu. Geçti de. Ama o zamana yıldızlar kalmadı. Boğuk bulutlar kapladı gökyüzünü ve yıldızları ancak birkaç güne görebildim.

“Bugün hiç sabahladın mı?”

“Sabahladım tabi ama…”

“Hayır, bugünü soruyorum. Dün ya da ondan önceki hafta sonu değil. Bugün yaptın mı bunu? Bugün yapmadıysan hayatında asla bugün yapmamış olacaksın. İleride anlatacağın hikayelerde bugün sahilde sabahlamış olmak var olmayacak. Sonra geri dönüp bakacaksın ve diyeceksin ki keşke o gün bunu yapmış olsaydım. Ama artık iş işten geçmiş olacak.”

Bugün bunu bir daha yapamayacak olmak. En çok korktuğum şey budur benim. Bir şeyleri bir daha yapamayacak olmak ölüm gibi hissettirir. O anın ve o benliğin ölümü. Bir sokaktan bir daha geçemeyecek olmak, odamdaki pencereyi bir daha göremeyecek olmak, bir sevgiliyi bir daha öpemeyecek olmak. Son kezleri içimde sindirmeyi isterim. İşte bu sondu, diyene kadar ve adımımı, bakışımı ve dudaklarımı ondan çekene kadar.

“Tamam, gidelim.” Beni işte böyle yoldan çıkardın.

Son olmadığı sürece yeteri kadar değeri var mıdır bir şeylerin? Eve yürürken yüzlerce hatta binlerce kez geçtiğim sokak, bakmadığım sokak direği ve görmediğim ağaç. Hepsi bir o kadar tanıdık ama ayrı ayrı bir o kadar yabancı gelmişti son kez geçtiğimi bilirken oradan. Geçip gittim ve şimdi ne o sokak direğini ne de ağacı hatırlıyorum. Ama o an söz vermiştim kendime ve dikmiştim gözlerimi her birine her bir parçalarına ayırıncaya kadar incelemiştim bu tanıdıklıktan ayrılmadan önce. Ah, ne güzel şey alışkanlık! Bir şeyleri düşünmeden yapmak ve her gün ondan sonraki şey de aynısını yapacağını bilerek ayrılmak oradan. Gerçek huzur bu olsa gerek. Şimdi o sokak direği ve ağaç da bana senin olduğun kadar uzakta. Yokluklarını çekmiyorum. Ama oradan son kez geçerken onları özleyeceğimden emindim.

Hatırlıyorum ben çocukken annem bana sormadan yeni bir masa almıştı bana. İki gün ağlamıştım eski masamı bir daha orada o şekilde dururken göremeyeceğim diye. Çöpün kenarında benim odamda olduğundan çok daha boş, ıssız, duygusuz görünüyordu. Yenisi ise kibirli, yerine geçtiğini bilir gibi gösterişli. İki gün ağladım ama bir daha ağlamadım. Eski masamı unuttum gözümün önüne gelmiyor bile. Neden unutmayım ki?

Unutmalı insan yoksa yapamaz. Alışkanlıklar unutmalar üzerine kuruludur. Eskiyi unutmak, yeniye alışmak. Alışkanlığın gittiği yerde yeni bir unutuş başlar. Unutmayı geriye alamazsın. Düz bir çizgide ilerlemez belki ama geriye döndürülemez. Hatırladıkların yalnızca birer illüzyon. Alışkanlıkların beynine bıraktığı toz parçacıkları onlar ki seni sen yapan illüzyonların birer parçası. Bu korkutucu düşünceler.

“Yaşayıp gideceğiz ve son olacak bu anlar.”

Aslında her şey bundan ibaret. O andan. Korkma bu kadar.

“Bu son olur. Keyfini çıkarmaya bak.”

Sahile gelelim. Islak iskelede oturalım. Yıldızlara bakalım. Sahte olmayanlara. Sahteleri geride kaldı bisiklet tıkırtısıyla birlikte. Ama ağzındaki duman hala orada. Havalar soğurken bile oradaydı. Bir alışkanlık gibi. Onu tutmak istiyorum o anda üflenmeden kalmasını, havada süzülmesini ve geniş geceye doğru akmasını durdurmak istiyorum. Böylece ben de orada kalabilirim, sen de biz de kalabiliriz ıslak iskelede oturarak gecenin en karanlık saatinde. Çünkü biliyorum ki o gece bitecek ve ilk ışıkları aydınlatacak göğü günün, ah, o sözde aziz günün. Günahlara boğulmuş geceyi suçlar durur. Gecenin saklayacak bir şeyi vardır karanlıklarında. Gecenin çocukları oynar ıssız sokaklarda. Bizler, gecenin sakinleri. Günahlarımıza tanıklık edecek bir tek o var.

Belki bir de yıldızlar. Onlar ki en büyük alışkanlıklar.

Şarkılardan başka geceyi dolduran bir tek yıldızlar var bir de deniz. Yoksa biz küçücüğüz koca sahilde küçük kum taneleri gibi oturuyoruz. Hava sıcak. Hava henüz Sahra çölü kadar sıcak ki belki de oradayız, oradaki kum taneleri olamaz mıyız? Kendine gel ve denize bak. Müziği dinle. Doğumu, yaşamı ve ölümü anlatan müziği dinle.

“Burada âşık oluyor. Şarkıda.” Güldüm. Şarabı doldurdum. Ekşimiş. Başka ne olabilir? Şarkılarda olur sadece böyle. Dokunuş. Bana ne gördüğünü söyle. Bundan fazlasına ihtiyacım var. Artık sana dokunabiliyor olmak, elini tutabiliyor olmak seni öpebiliyor olmak bunların hepsi çok fazla. Ama daha fazlasına ihtiyacım var. Aç gözlü olma Magdalena.

“Eğer bu gece son olacaksa son bir kez öp beni.” Bunu henüz demedim. Bunu demem için havanın soğuması ve yıldızların kaybolması lazım. Onların, o alışkanlık tanrılarının gözleri önünde söyleyemem bunu. Son demek unutmaya başlamak demektir. Ama ben daha yaşanmadan unutmaya başladım bazı şeyleri. Yaşanmamış anılara tutuldum heyecanlarına kapıldım yalnız yapayalnız başıma yaptım bunu.

Her şey yavaş yavaş kayboluyor. Sırtlayıp götürüyor koca koca adamlar eski masamı.

“Son bir öpücük bitirecek bu geceyi.” Bu günah dolu geceyi bu günahlar gecesini. Yıldız yoktu o gecede, yıldızlar nerede? Alışkanlıklar gibi bıraktılar beni. Seni sevmek de bir nevi bir alışkanlık. Düşünmeden sevdim seni yarın da seveceğimi bilerek sevdim. Coşkuyla umutla sevdim. Ama şimdi sıra unutuşta. Ve yıldızlar yok burada. Hava soğuk ve puslu. Islak iskelede oturamayız yaz gecelerinde oturduğumuz gibi. Son kez ne zaman oturduk burada? Son olduğunu bilmeden. Keşke bilseydim ki böylece çekerdim içime her bir parçasını o kalenin o iskelenin ve o sahilin. Yaz bitti. Gece de öyle. Bütün bu alışkanlıkla dolu sene.

Biraz daha kalalım.