Kemikleri Çatırdayan Atlas
Bir akşamüzeriydi… Kıştı. Kalbim bedenimden fırlamak için gümbür gümbür atarken, ölmek, diye düşünüyordum. Kızamıyordum. Herkes görevini yerine getirmeye gelmişti buraya ve o da, en nihayetinde ölmek için buradaydı. Tükenmek için. O bana söylemişti buna benzer bir cümleyi. Mia çok güzel gülüyordu ve bir akşamüzerinden çok sonra tanışmıştım Mia’yla. Doğa olayları vardı etrafımda yani olağan betimlemeler. Rüzgârlar hep tozluydu; dalgalar hep bulanık ve hırçın. Nefes almaya çalışıyordum, bazen zor oluyordu işte. Hele ki de böylesine sert, soğuk bir rüzgâr suratına eserken zor oluyordu. Korkuyordum. Ve kızın çığlıkları da gitmiyordu kulaklarımdan. Yoğun bakımın bir köşesinde dostumu beklerken başlamıştı kızın çığlıkları. Zihnimde deniz kenarındaydım oysa, ellerim paltomun cebindeydi ve paltomun uçları sürekli uçarı… Boynumu bükmüştüm, kafamı göğsüme kadar çekmiş; hadi ulan, diyordum hadi, bir dalga gelse de sarsıp alsa beni, zaten nefes de alamıyordum. Kollarımı göğsüme kenetlemiş hastanenin duvarındaki tabloyu seyrederken başladı ilk çığlıklar. Denizin kenarındayken dalgalar betona her çarptığında duydum. Nefes alamıyordum. Kızcağız uyanık kaldığı her an acısına dayanamayıp, çığlıklar atıyormuş. Kanser git gide ölmeye doğru… İki hasta bakıcı yanımda konuşurken duydum bunları. Hem ben hareketleri anlatmayı sevmiyorum ki… Hem de ölümü dahi uyurken beklemek ne acı. Zihnimi paylaşıyorum kızla, görüyorum ki tümörün getirdiği acıdan ziyade, yaşamak dürtüsü kimliğine bulaştığı için çığlıklar atıyordu. Tabloyu seyrediyordum. Ölmek, diye düşündüm. Kıştı. Üzeri kristalleşmiş göletin kenarında çatısı kardan bembeyaz olmuş, mini mini bir ev çizmişlerdi. Oysa ben, Emirgan’da deniz kenarındaydım. Arabalar geçerken, rüzgârın oradan oraya taşıdığı yağmurdan dolayı beni görmüyorlardı. Biliyorum, eğer görecek olsalar, durur yardım ederlerdi. Yardım mı etmek! Ben yardım mı arıyordum ki… Neden o zaman, bir metre önümü göremezken; yağmur taneleri demir bilyeler gibi bedenimi döverken, ruhum sızlarken burada dikiliyorum. Neden o zaman, çığlık çığlığa bir hastanenin köşesinde, ölmek kokusunun, yardım bağrışmalarının, çaresizliğin köşesinde; dostum ölüyorken, arkamdaki pencereye değen demir bilye gibi yağmur tanelerini dinleyip, gülüyordum. Gözlerim açıktı ve her şey o zaman oldu. Tablodaki evde bir şömine yanıyor olmalıydı. Bunca gölgenin içerisinde, turuncudan kaçan bir kırmızı pencereye vuruyordu. Bacasından da nasıl duman tütüyor, görmen lazım. Bir kadını görüyordum. Rüzgâr yağmur tanelerini oradan oraya taşırken, çiziyordu kadını. Karşımda can buluyordu. Ruhu mu? Rüzgâr var, yağmur var, deniz var, yapraklar var dallarından kopartılmış. Rüzgâr çiziyordu ve doğa ile bir kadın can buluyordu. Ama ben sadece yüzünü görebiliyordum. Zaman zaman gülüyordu, gülerken dudakları gerisin geriye çekiliyor, gözleri kısılıyordu. Git gide doluyordu kalbime, kalbim hıçkırıyordu. Sesini dalgalarda duyuyordum, belki de bunca yıllık dostluğum dalgalarla, bundandır. Bir akşamüzeri, rengini veriyordu yüzüne. Köşedeki koltukta bir adam vardı, parmaklarının arasındaki sigarayla oynuyordu. Ellerimi cebime götürüp tabakama baktım, oradaydı. Konuşuyordu ara sıra onunla, helal olsun sana, diyordu. Tabloyu seyrederken duyuyordum bunları, gülüyordum. Bir kadın nasıl böylesine ilkbahar gibi gülebilirdi ki… Arkasında olabildiğine kar vardı. Karlar dallara, çamların yapraklarına tutunmuştu. Ne garip, orada da bir akşamüzeriydi… Karların arasından birkaç tane yasemin fırlamıştı. Maviydi. Ne işi vardı bunların burada? Dostumun odasından doktor çıkmış bana doğru geliyordu. Üç adımdı. Nefesim kitlenmiş, ellerim, yüzüm morarmıştı. Kadın gökyüzünün seyrediyor, istemiyorum ete bürünmüş hiçbir şeyi, diye düşünüyordu. O görüyor olmalıydı. Gözleri yağmur tanelerinden oluşuyordu çünkü. Rüzgârın yeryüzünden kaldırdığı toprak, rengini veriyordu gözlerine. Zaman zaman elmacıklarına yağmur taneleri düşüyor, yanaklarından çenesine kadar süzülüyordu. Öpmek istiyordum, çenesinin biraz üzerinden. Bir yağmuru öpmek tanrım, söyle bana lütfen… Rüzgâr bitiriyordu kadını. Ölmek üzereyken insan… Ne garip. Doktor karşımda kıpkırmızı yüzüyle, başı eğik bekliyordu. İki asistan doktor nitril eldivenlerini çıkartırken konuşuyorlardı. Eldivenlerde kan vardı. Gülüyordum ben, eldivenlerinde kan vardı ve asistanlar neye bu kadar şaşırmışlardı? Kalbini gördün mü, dedi. Diğerinin yanakları titriyordu. Başını sallayarak cevap verdi. Konuşmadı. Gülmüyordum artık. Yağmur çekiliyordu yavaş yavaş, rüzgâr kızgınlığını dindirmişti. Gözlerime bakıyordu, öldü, dedi. Gözlerime bakıyordu, ben artık yaşıyorum demek istemiyorum, dedi. Yaşadığımı göstermek istiyorum. O sırada rüzgâr olanca sakinliğiyle, ellerini bitirdi. Bir akşamüzerinden çok sonrasıydı artık… Savurdu kollarını semaya, yıldızları tuttu. Bak, dedi. İçime doluyor hepsi. Görmüyordum yıldızları. O görüyor olmalıydı, çünkü… Bir çıkmazdaydım sanki ve sırılsıklamdım. Git gide bedenime yapışı-yordu dünya, terk etmek istiyordum, kabul etmek istiyordum. Karın üzerinde yalın ayak adımladım. Yeryüzünü ezdikçe kırılan kemiklerin sesleri kulağıma doldu. İlerleyemiyordum, sadece biraz ötemdeydi, biraz ötemde bacası tüten mini mini bir ev… Ve üç parçada yansıyordum. Ellerim çekiliyordu, benim olmayan ellerim. Saklanıyordu bütün bir bedenim, bunalımın ertesinde, gece yarısından biraz ötede, sevgi, vardı ve yüzümün en incesinde ömrümün atlas’ında parmaklarını gezdiriyordu. Ay biraz ötemizdeydi ve sanki tanıyordu, onu tanıyordu. Bir koku duyuyordum. Yasemin desem değil, lavanta hayır, begonviller olamaz, bir mevsim peki….
Dur, dur yaklaşma, çözülüyor her şey ve bir hastanede bir koku duyuyordum. Kimsesizdi bu. Bir kimliğe bürünmekten geri çekilen ve bir kimlikle sarmalanınca bunalan bir koku. Gri değil elbette, sakin, her zaman. Denize bir piyano sesi karışıyor. Sırtımı dayadığım şu pencere hâlâ orada mı, ben neden üşümüyorum peki? Doktora bakıyorum, usulca öldü diye tekrar ediyor. Buğulanıyor yüzü ellerim çaresiz. Kimliksiz. Hani bir tablo olmalıydı burada, belki saatlerdir izlediğim. Bir koku duyuyorum. Bütün ışıkların ölgün olduğu, yüksek kesiminde atlas’ın sokakları mora boyadığı, daha aşağılarda ayrılıkların ölgün turuncusu, gece esmeri bir koku. Zaman zaman aidiyet hissetmeyen, fırlasın pencerelerden ışıklar, bir koku çünkü, insanlar boynu bükük geziyor enselerine yağmur değmesin diye, yabancılaşıyor gülümsemeler, …çünkü bu koku gerçek yüzlerin heyecanını taşıyacak bir koku. Yağmuru seviyorum artık. Bulutların gökyüzünü kapatacağı bir kokuyu bekliyorum. Yaratmak kızgın bir süreçle başlarken sakinliğiyle devam ediyor. Elleriyle topladığı yıldızları gösteriyor. Bak, diyor senin için limon renginde hepsi. Yağmurlarla yükselen, tutunan bir kadın, bana yaklaşıyor. Gözlerini kapatıyor. Derin bir iç çekişi var. Göz kapakları bulutlardan. Asla gri değil, siyaha biraz beyaz kapatılmış gibi. Çatlak dudakları, nereye varacağını bilmediğin bir çöl bu, kızarıyor toprak ve gerçek suyu vermediğinden çatlatıyor. Kıştı, kimsesiz değildim. Onu izliyordum, ağzım açık, ağlar gibiydim. Gülümsüyordum. Fısıldamak istedim, beni böyle düşün. Ve bir rüzgâr, ertesinde saçlarına değince ancak heyecan veren. Beni böyle bil. Rüzgâr durmadan fırçasını doğaya daldırıyor, renkleri seçiyordu. Avuçlarındaki yıldızlar daha da parıldıyor. Gözlerine bulaşıyor sonra, kalbine bulaşıyor. Sen kimseye ait olamazsın ki… Saçlarını çiziyor. Gece usul adımlarla yaklaşıyor. Yenilmiş bir komutan gibi avuçlarındaki rengi saçlarına döküyor. Gözlerini açmıyor kadın, sessiz. Ay, kadının saçlarını kızartmaya başlıyor. Saçlarının eteklerinde çıtırtılar, eteklerinde patlamalar, eteklerinde lav birikintileri. Zaman dolduruyor etrafı. Nesin sen bu cisimsizliğin ve hacimsizliğinle, bütün bir evren olmayı nasıl başarıyorsun. Siyah kurdelesiyle hediyesini bırakıyor kadının avuçlarına. Gözleri hâlâ kapalı. Kurdeleyi çözüyor kadın ve zamanın kokusu yayılıyor etrafa. Tutuyor hepsini, saçlarına götürüp kokluyor. Kıkırdıyor, gülümsüyor. İlkbahar… Yıldızların parıldattığı, yıldızların merhameti zorla teslim ettiği bir kadın çiziliyor karşımda, yok oluyorum. Bir akşamüzerinden çok sonrasıydı artık. Gözlerinde açıyor, içerisinde binlerce yıldız patlaması. Kollarını iki yana açıp ellerini denize doğru çeviriyor. Git gide dalgalanıyor deniz. Git gide fokurduyor. İçinden her an bir şey fırlayacak gibi. “Arkadaşınızın kalbini kurtaramadık” dedi doktor. O isteseydi, dedim içimden. Sinirliydim. Bulutlar çekiliyordu yavaştan. Yüzü aydınlandıkça anlıyordum. İnce bir ışık düşecek tabloya. Oysa onu kabul edemeyecek kadar, kırılgan bir resim bu. Işığı kabul edemeyecek kadar kırılgan. Bir ağaca yaslanıyorum. Diz boyu kar var. Tütünü çıkartıp ağzıma takıyorum. Çöküyorum yere. İnsan nasıl intihar eder, bekleyerek?
Bir mektup bitemez mi yani şimdi?
Çok beğenerek okudum. Yazan elleriniz dert görmesin