Bak dostum sana yemin edebilirim ki en başta verdiğim tavizler ilk bakışta oldukça masum görünen, beraberinde getirdiği bir iki tuhaf durumu yok saymak şartıyla üzerinde çok durulmamış, gazetelerin pazar magazini eklerinde yazılan konular gibi bir tabaka tarafından alenen bilinen ancak zorunlu bir şekilde muhabbeti geçmediği takdirde daha önce bu dünyadan hiçbir varlık bu tarz olayları işitmemiş gibi davranılan hayalet haberlerle aynı kaderi paylaşmış, her şeyin başlangıcı olacak o ilk kıvılcım, o ilk dokunuş olduğu halde şimdi ve gelecekte (üstelik de geçmişte!) hak ettiği değeri asla göremeyecek doğası gereği basit izinlerdi.

Sana yalan söylüyorsam Tanrı benim gibi büyük bir günahkar için Cehennemine fazladan bir ceza hücresi açsın, dilerim açsın, keşke açsın ama bunların hepsi gerçek ki. Bir hışımla çarpılan kapıların odaya bıraktığı rüzgar, kilidinin içinde öfkeyle gidip gelen anahtar, gecenin tek haneli saatlerinin göbeğinde adım attığı her bir merdiveni sanki kendi vücudunun da geçirmekte olduğu şoka, derin sarsıntılara ortak etmek istercesine gürültüyle inen ve bu sırada da tıpkı merakından olmadık çöplüklere girme cesareti gösteren kediler gibi gece geç vakitte birkaç yüksek kıpırtı duydu diye hemen apartman kapısının o gizli gözleme bölgesi önüne üşüşmüş ölüm sessizliği içerisinde loş ışıklı holü dinleyen ihtiyarları çoktan görev başına davet eden, suçlanmış, suçlanmayı da asla “onuruna” yedirememiş bir kadın.. hepsi şu dünyadan daha gerçekti. Ve bütün bu tantana, bütün bu saçma sapan terk ediliş hikayesi -Kahretsin!- o dediğim tavizlerin sürprizlerine dayanıyordu işte.

“Liseden arkadaşlarım bu yaz İzmir’de birkaç hafta kalmaya karar vermişler ama biliyorsun ki burada benden başka yakın arkadaşları pek yok. Bu yüzden de onlara, kalacak yer problemi olursa bizim evin konaklamaya uygun olduğunu söyledim. Zaten düşünmüştüm ki sen de ne zamandır memlekete gidip rahmetliden kalan mal varlığını paylaşma konusunda kuzenlerine yardım etmek istiyordun. Anneni de doktora götürecektin tabii. Yani senin için de her şeyin uygun olduğunu düşünmüştüm. Olur mu ne dersin?” Görüyor musun dostum? Hayatım boyunca nice kumarbazı, üçkağıtçıyı, laf cambazını, söz eğip bükeni, kuşlardan evvel uyanıp babalarına haber uçuranı, yalan demekten dili şişip kabarmaya başlayanı elimle tutmuş gibi bir çırpıda ortaya çıkaran, rezil eden ben söz konusu karım olunca -Ulu Tanrım!- nasıl da aptal olmuşum. Nasıl da dediklerinin hepsine “Acaba?” bile demeden inanıp o en büyük felaketini görmek üzere memleketine arabayla uzun bir yolculuğa yollanmışım ben. Ah zavallı ben, kandırılmış ben, hayal kırıklığına uğratılıp kıçına çoktan tekme basılmış olan ben..

Dostum lütfen söyler misin bana ha Allah aşkına, hangi arsız, yüzsüz; Kitap, peygamber, dua korkusu yaşamayan ahlaksız varlık ben anneciğimin üçüncü ve belki dördüncü sınıf berbat bir hastanede, eskimiş ve rengi sarıya kaymış bir çarşaf, kılıfı bin bir farklı insanın saç tellerini taşıyan mide bulandırıcı bir yastık ve ölenlerin ağırlığıyla çok evvelden dengesi bozulduğundan mıdır nedir doğrudan düşmeye bakan çürük bir döşekten ibaret yatağında elinden tutarken ırz düşmanı, haysiyetsiz bir herifi hiç korkmadan yatağımıza alıp onunla sabahlara kadar oynaşabilir ? Böyle bir acziyet hangi kalıba sığar, hangi insanların utanıp sıkılmadan göğsünü gere gere taşıyabileceği bir vebaldir desene bana! Ama diyecek bir laf bulamazsın ki sen de haklısın. Ben de memlekette şüpheden kıvrana kıvrana yılana evrilmemiş, içimdeki son ses bağıran vicdanın anlattığı günahkar hikayelerin, türlü sapkınlıkların, sabaha dek süren zevk oyunlarının ve daha birçok tüyler ürpertici olayın ardına düşmemiş olsam, bir gece ansızın tekrar evime dönüp de yatak odasında yarı çıplak bir kadın, köşeye öylece atılmış birkaç kirli çarşaf ve büyük ihtimal birkaç dakika önce buradan tüyen geri zekalının yatağın benim olan tarafında bıraktığı çirkin bir donla karşılaşmamış olsam benim de böyle aldatma hikayelerine katacak pek bir sözüm olmazdı. Fakat şimdi göğsüme ateş düşüyor, gözlerim erginleşmeyi bekleyen iğrenç bir larva gibi yuvalarında kıvıl kıvıl kıvranıyor ve ağzımdan saçılan nefretli tükürüklere, yaşadıklarımı düşündükçe mosmor ve kaskatı kasılıp kalan dudaklarımdan akan salyalara engel olamıyorum anlıyor musun? “Evet arkadaşların burada birkaç gün kalır ne olacak ki” tavizi, “Tamam canım tatillerini uzatmak istedilerse hiç sıkıntı yok, hem böylece beraber denize daha çok girersiniz.” tavizi, “Haklısın hayatım, kuzenler ben olmasam birbirleriyle kanlı bıçaklı olacaklar. Ayrıca annemin durumu da pek parlak değil ne de olsa. Belki bir iki gün daha burada kalmam gerekebilir.” tavizi şu an içine düştüğüm acınası vaziyetin en büyük suçlularıdır bayım! Size yalvarıyorum asla ama asla benim kadar saf olma aptallığına kapılmayın.

Ve elbette yorucu repliklerle bezenmiş bir festival filminin son sahnesinde, vızırdayarak geçen arabaların olduğu işlek bir caddeye zoom yapmış kameranın odağına oturan, arabanın üstündeki delirmiş ana karakter ben olmasam da yine de son sözlerim var size: Deprem vursun hepinizin evine! Siz kadınlar, siz o beni en baştan böyle bir masal anlatıcılığının olduğu yaşama sürükleyen kötücül kadınlar… Sesimin kalınlaşıp sakalımın ilk kez çıkmaya başladığı vakitten beri elimde ne varsa size yazdım, size adadım, sizin önünüze, beğeninize döktüm ki bunları zaten biliyorsunuz. Onca iyi niyetime, cömertliğime karşı sizin tek bir yalan altında birleşip her aldığım soluğu daha bir ızdıraplı , daha ıslak ve dar, daha işkenceli kılmanıza ne cevap vermeliyim bilmiyorum. Sevgilim! Senin adının altında büyük bir çoğunluktan nefret ediyorum artık. Yaralarımı yavaş yavaş sarmak adına usulca ellerimi alevden çekiyorum ve başka ışık huzmeleriyle dopdolu olan bir pencerenin önüne yaklaşıp biraz da oyuna bu şartlar altında bakmak istiyorum.

Aşkı unutun! Aşkı geri verin!