Gezegen;

Kır gezegeninin canlıları iki türe ayrılırdı; Kırmızılar ve Maviler. Kırmızıların kanı kırmızı akarken, Mavilerin kanı mavi akıyordu. Gezegenin yönetimini Maviler elinde tutuyordu. Kırmızılar ise açlık ve sefalet içinde yaşıyorlardı. Bu hale daha fazla dayanamayan Kırmızlar isyan başlattı. Bir yıl süren siyanın sonunda Kırmızılar yenildi. Maviler, isyana katılan Kırmızılar’ı öldürmeye, hapsetmeye, sürgüne yollamaya başladılar. Bir sene boyunca üzerine akan kırmızı, mavi ve hatta yeşil kanlarla yıkanan gezegenin toprağı yağmurun üzerine damladığını hissedince içinde taşıdığı tohumları ısıtmaya başladı.

Makinist;

Önce sakalını kaşıdı sonra treni hareket ettirmeye başladı. Böyle yapınca yolculuğunun güzel geçeceğini, varacağı yere kaza yapmadan varacağına inanırdı. Bu onun taşıdığı tek batıl inançtı. Kırmızılara isyan sırasında yardım ettiği için yargılanırken de savunmasını yapmadan önce sakalını kaşımıştı. Kırmızıların onu tehdit ettiğini söylemiş ve bir Mavi olduğu da göz önüne alınınca idam cezasından kurtulmuştu. Ama bir makiniste verilebilecek en aşağılayıcı ceza verildi. Artık ömrünün sonuna kadar tek vagonlu bir trene makinistlik edecekti. İsyana katılan makinistlerin çoğu bu cezaya çarptırılmaktansa idam edilmeyi tercih ederlerken, o, insanın ne olursa olsun yaşaması gerektiğine inandığı için bu aşağılayıcı cezaya razı olmuştu. Tren ilk önce yavaşça ilerlerken şimdi hızına kavuşmuş, rüzgar gibi gidiyordu. Makinist yağmurun yağışını fark etti. Ve bir an, defalarca yağışına şahit olduğu yağmurun neden yağdığını düşündü. Neden yağdığına anlam veremedi. Yağmur neden yağıyordu? Gezegendeki canlıların suya kavuşması için. Bitkilerin yeşermesi için. Peki neden dün değil de bugün, bir saat önce değil de şimdi yağıyordu yağmur? Kendi sorduğu soruya kendisi cevap veremedi ve insanın ne halde bulunursa bulunsun devam etmesi gerektiğine inanan Makinist, yaşamı anlamsız buldu.

Kondüktör;

Güneşin ilk ışıkları pencereyi ve perdeyi aşarak Kondüktör ve karısının üzerine düştü. Kondüktör uyandı. Karısını onu uyandırmamaya çalışarak öptü. Yataktan kalkıp iş kıyafetlerini giydi. Evden çıkarken, küçük kızı uyandığında kapıyı açıp dışarıya çıkmasın diye kapıyı kilitledi. Trene doğru koştu. Trene yetişip yolcuların biletlerini kontrol etmeye başladı. Son kopartmanın kapısını açınca istemsiz bir gülme başladı dudaklarında. Yerde, boylu boyunca bir ceset yatıyordu. Cesedin çenesi açılmasın diye bavul kopçasıyla bağlanmıştı. Yolcuların biletlerini gülerek kontrol etti. Cesedin de bileti olup olmadığını sordu. Yolcuların öfkeli bakışları eşliğinde trenden indi. O kadar çok gülmüştü ki kafasındaki intihar düşüncelerini unutmuştu. Yağmur yağmaya başladığında hayatın ne kadar komik olduğunu düşünüyordu.

Yerdeki Ceset;

Karanlık hücrenin duvarına son şiirini tırnaklarıyla kazıdı. Tırnağı kan içinde kalsa da son şiirini yazdığı için mutluydu. Hücrenin kapısı açılınca ışıkta gözleri kamaştı. İdam saati gelmişti. Gardiyanlar onu ayaklarından tutarak sürüklemeye başladı. Koridorda ilerlerken gerisinden bir ses duydu. Kafasını o tarafa çevirdiğinde koridorun sonundan bir hücre kapısının açıldığını, içinden annesinin ve babasının kucaklarında onun bebek haliyle peşinden geldiklerini gördü. Koridorun diğer ucundaki idam sehpasına kadar eşlik ettiler ona. Halat boynuna takılmadan önce pencereden dışarıya baktı. Yağmurun yağmasını çok istemişse de dışarıda bulutsuz bir gökyüzü vardı.

Deli;

Beş duyu organı da işlevini eksiksiz yerine getiriyordu. Ama o koku haricinde hiçbir duyudan anlamıyordu. Yerde yatan ablasının cesedini kokluyordu çünkü ölümün ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. İdam edilen birinin cesedi kefenlenmez, gömülene kadar idam edildiğinde üzerinde olan elbiseleriyle kalırdı. Cesedin deli kardeşi, cesedi koklamaya önce saçlardan başladı. Sonra boynu, kolları, göğsü, elleri ve göbeği kokladı. Bacakları kokladığında ölümün kokusunu aldı. Gök gürleyip yağmur yağmaya başladı. Gökyüzü onu kıskanmıştı belli ki. Çünkü ölenlerin ruhu öteki dünyaya giderken gökyüzünden geçtiği halde gök asla ölümün kokusunu alamayacaktı. İşte bu yüzden gürleyerek onu korkutmaya çalışıyordu. Pencerenin önüne gidip gökyüzüne dil çıkardı.

Dindar;

Yerde yatan cesede bakıp, dua ediyordu. Anne ve babaları ölünce ablaları onlara bakmıştı. Dindar kardeş, çocukken bisiklet için ağladığında ablasının da dayanmayarak onunla beraber ağladığını hatırladı. Ablası o kadar çok ağlıyordu ki, dindar kardeşi ağlamayı bırakıp onu susturmaya çalışmıştı. Tutmaya çalıştığı gözyaşları akmaya başladı. Elin, yüzüne kapatarak daha içten dua etti. Ve göğün gürlediğini duydu. Yağmurun yağışını, duasının kabul olduğuna yordu.

Nihilist;

Yan kopartmanda bir cesedin olması ve o cesedin onun ablası olması umurunda değildi. O, ucuza kiraladığı kadınıyla sevişmekle meşguldü. Ablası isyana kendi isteğiyle katılmıştı. Onun ölümü yüzünden hayatın zevklerinden mahrum kalamazdı. Yanındaki kadının en çok zevk aldığı anda, göğün gürlediğini duydu. İrkildi. Kadını bırakıp pencereye yöneldi. Dışarıya baktı. Yıllar sonra ilk kez utandı. Çünkü gökyüzü, ablası için onun yerine ağlıyor, yas tutuyordu.