Burası Samatya’da bir meyhane. İkinci Bahar. Esintili ılık bir kış havasında; diğer meyhanelerin davetkar gürültülerini, restoranların kapısından bacasından fışkıran balık kokularını es geçip, taş basamakları çıkarak girdik içeri. Garsona bir selam, rezerve masamıza yönlendirilişimiz, montları çıkarıp sandalyelerin arkasına asışımız ve nihayet bir masa mesafesinde karşı karşıya oturuşumuz. Meyhanenin loş sarı ışığı bir sahne aydınlatmasıymış o da sahnedeki esas oyuncuymuş gibi onun üzerinde toplandı. Geri kalan her şey birer gölge halini aldı. Duvarlardaki meyhaneye adını veren diziden fotoğraflar içeren tablolar, az solumda hararetli çalışanlarıyla ocakbaşı, ikide bir açılıp kapanan kiminde insanları dışarı kiminde içeri buyur eden cam kapı gölgelerin arasında kaldı. Buluştuğumuzdan beri, onun sadece rengine dikkat edebildiğim beyaz arabasıyla otoparka gelişimiz ve ordan Samatya’nın içerisine yürüyüp meyhanemizi bulmamız süresince ilk defa ne giydiğine dikkat edebildim. Beyaz bir gömlek, siyah bir pantolon, o zaman tamam dedim, o da bu buluşmaya özenmiş. Sohbete hangi cümleyle ve kim başladı hatırlayamam, o esnada henüz ilk rakımız bile gelmemiş olmasına rağmen hatırlayamam. Bazen insanları büyülü bir atmosfer de sarhoş ediyor, daha önce atmosferden sarhoş olduğum bir an hatırlıyor muyum?
Ellilik rakı, kebap ve şalgam suyu söyledik. Garson bizi meze seçmeye çağırdı.Zor bir an oldu bu, çünkü bedenim ahengini kaybetti. Adımlarımı birbiriyle uyumlu atamadım ve kollarım onlarla ne yapacağımı bilemediğim omuzlarıma tutuşturulmuş iki aparat gibiydi. Ama meze tezgahına yürürken ve ordan dönerken sırtımda elini hissettim. O zaman, sanki bedenimin uyumsuz çalışan aparatları ahengine kavuştu.
Sohbet etmeye devam ettik. Fonda bir şarkı çalıyor muydu?
Bir sene önce iki arkadaşımla buraya geldiğim gün.. Ferdi Özbeğen- Gündüzüm Seninle çalıyor. Mart ayı, bu saatlerde hava aydınlık, hemen hemen şimdiki kadar da ılık. Bir kot pantolon ve üzerine turuncu bir kazak giymişim. Masalarda çeşitli gruplar. Aileler, iş yeri ekipleri, çiftler. Tam çaprazımda ellilerinde bir kadın ve erkek. Kadının olağanüstü gür ve olağanüstü sarı saçları dağınık bir topuz halinde ensesinde toplanmış, kahkülleri takma kirpiklerine kadar iniyor, yanındaki adam belli ki bir kodaman. Tepesi dökülmüş saçlarının kalanını küçük bir at kuyruğu yapmış. Hiç eğleniyorlarmış gibi görünmüyorlar, hiçbir şarkıyla bağ kurduklarını hissettirmiyorlar, birbirleriyle, garsonlarla ya da meyhanenin kendisiyle iletişim halinde değiller. Sigaraları ve alkolleriyle üzerlerinde tuhaf bir ağırbaşlılık ve feleğin çemberinden geçmişlik hali var. Onları görünce kendimi gazinolar döneminde hissediyorum. Tam arkamdaki masadaysa bu defa pavyondaymışım hissi doğuran üç çam yarması gibi adam ve iki çekik gözlü hanım var. Eskort mu bunlar acaba? Acaba şu an kime karşı olan ön yargım eskort fikrini doğurdu? O üç göbekli, esmer adamın güzel iki kadınla gerçek bir ilişki içinde olamayacağına dair, adamlara karşı bir ön yargı mı? Çekik gözlü, Türki Cumhuriyetlerden geldikleri bariz olan kadınlara karşı bir ön yargı mı? Acaba düşüncemin neresinde toplumsal inanışlar hakim? Bakışlarım onlardan ayrıldıkça arkadaşlarıma ve sohbetlerine odaklanıyor. Az sonra kendi masama ilgimi bir kere daha kaybettiren bir çift giriyor içeri. Uzunca boylu kısa sarı saçları olan genç bir kız ve sevgilisi. Genç kızın yeşil bakışlarında onu sevimli gösteren bir ürkeklik var. Masaya otururken, konuşurken, gülümserken çekingen ve masum; omuzlarının hafif öne eğilmişliği hayata karşı korkuları olduğunu düşündürüyor. İnce uzun parmaklı beyaz elleri var, nişan yüzüğünden bile daha parlak elleri. Ellerini gerçekten gördüm mü hayal mi ettim bilmiyorum. Boyuna, endamına, zarafetine böyle eller; birlikteliklerine de nişan yüzüğü mü yakıştırdım acaba kafamda? Bütün ürkekliğiyle ve bütün ürkekliğine rağmen onu kucaklayan sevgilisi o ince parmaklı beyaz ellerini sıkıca tutuyor; elele yürüyen kadın ve erkek ikilisinde erkek milimetrik bir adımla da olsa önde olur, dur senin için önümüze çıkan engellerle önce ben karşılaşayım ve o engelleri aşayım, dur senin için hayatı kolaylaştırayım önden yürüyüşü. Birinin elimizden tutup önden yürümesine izin vermeli miyiz? Bütün tehlikelerle yani aslında bütün macerayla bizden önce karşılaşmasına? Yoksa prenseslikten amazon kadınlığa geçişi tercih mi etmeliyiz?
Bir sene öncesi aklımdan geçen düşüncelere varıncaya kadar capcanlı bir gerçek. Dün yaşanmış gibi gerçek. Sadece bir gece öncesiyse gerçekten yaşandı mı diyeceğim kadar bölük pörçük, hayal meyal, anılardan birini tutmaya çalışmak elimde su tutmaya çalışmaya benziyor.
Anı hissetmek için durup duyu organlarıma kulak verdiğimi hatırlıyorum, şu an ne görüyorum, ne duyuyorum, parmak uçlarım ne hissediyor? Öyle bir an oldu, başka hiçbir şey duymadığımı ve görmediğimi irkilerek fark ettiğim bir an. Bir sene önce benim için meyhane boş bir sayfaydı, gelip geçenler kendi hikayelerini anlatıyorlardı, ben de yazıyordum. Bu defa, bu meyhanede oturanların hiçbirini tanımıyorum. Garsonu da tanımıyorum, acaba hep aynı garson mu geldi, acaba garsonlardan mesaisi bitip çıkan oldu mu? Yeni mesaiye başlayan? İçeriye girip çıkan çiftler? Kalabalık arkadaş grupları? Bu defa, bugün bu meyhanede hayatı gözlemleyemedim. Hayatın bir tek yönünü keşfetmek için, dünyadaki milyonlarca çeşitlilik içinden bir tek insanı tanıyabilmek için bütün kalabalıktan vazgeçtim.
Bu bana ne hissettirdi? Basit gündelik olaylardan derin düşünceye nasıl varırız? Bence soru sorarak, daha fazla ve daha fazla soru. Bu binlerce kez sinemaya, edebiyata ve gerçek hayata konu olmuş son derece basit gündelik olaydan derin düşünceye varmaya çalıştım. O an ondan başka bir şey görmediğimi ve duymadığımı fark etmek, bu ürkütücü olabilecek odaklanma hali bana mutlu hissettirdi. Çünkü insan beynini zorlayan uç duygular bunlar, iyisi de kötüsü de, çünkü insanlar bu tür bir deneyime ulaşmak için uyuşturucu kullanıyor. Ayrıca ben bir yazar olmak istiyorum, duygulardan korkmamam gerek, iyisinden de kötüsünden de.
Rakı bardakları birer ikişer devrildikçe laf lafı açtı. Birimizin cümlesi bittiğinde diğeri yeni bir konuya bağladı. Nerden başladık sohbete ve sonunda nereye geldik? Bu uyum mu? Herkesle bunu sağlayabilir miydim? İşte yine derin düşünce. Ya da düşüncenin derinleşmesi. Oysa en yakın arkadaşlarımla içerken bile bir gözüm hayatın geri kalanını incelerken şimdi bunu yapamamam herkesle her zamanki gibi bir sohbet olmadığını göstermiyor mu?
Neden sonra konu zaten bilinen gerçeğe geldi, birlikte vakit geçirmek için sadece on beş günlük bir süre olduğu gerçeği. Birlikte vakit geçirmeye devam edip etmemeye karar vermek için de bu gecenin sonuna kadar. Ya taraflar birbirine çok alışırsa? Ya şu an, hemen şimdi, meseleyi hiçbir neticeye bağlamaksızın olduğu yerde olduğu güzelliğiyle bırakmak; on beş gün sonraki olası melankoliyi engelleyecekse? Ya da belki on beş gün her şeyi hem hatırlamak hem unutabilmek için yeterli bir süreyse? Kafamdan asla ulaşılmayacak ilişki aşamaları bir bir geçti. Tüm duyguların doruk noktasında olduğu günler, çılgınca birbirini her şeyiyle ve her yönüyle tanıma isteği, bitmeyen sohbetler, aşk dolu cümleler ve sonra..iki iyi arkadaş olma hali, korkunç bir aşkın korkunç bir sevgiye ya da korkunç bir ayrılığa evrilme hali. Sohbetlerin sıkıcılaşmaya başlaması, soğuk ses tonu, asık yüzler, göz yaşı, ilgi açlığı. Ama hala çok sevme. Ya da kavgalar, kıskançlıklar ve artık çok da sevmeme.
İnsan acıdan kaçar, hazza da koşar, ya ikisinin ortasındaysanız? Bir ikilem, bir risk. Kendime hatırlattım. Duygulardan korkmamam gerek, ben bir yazar olmak istiyorum. En şiddetli duygulara ve en ilginç deneyimlere ihtiyacım var. Ernest Hemingway’ın savaşı yazabilmek için savaşa katıldığı bir dünya benim ait hissettiğim yer.
Olan bitenin özel ve biricik olup olmadığını, nasıl gelişeceğini, nasıl nihayete ereceğini görmek için, sonunda bir yumruk yemek pahasına deneyimin içine dalmak üzere meyhaneden çıktık. Elim elinde ve o önde ben arkada.