Önemli bir manevi fedakarlık göstererek anne-kız günü için yemeğe çıkarttım kızımı bugün. Evet, bir kızım var. Evet, onun için “anne-kız günü” saçmalıklarına da katlanıyorum. Yine de hayatın insana tükürdüğünü yalattığını inkar etmekle birlikte bunun annemin “inşallah kendin gibi bir kızın olur” bedduasının tutmasıyla devam ettiğini itiraf ediyorum. Ve konuya dönüp anlatmaya başlıyorum:

Hangi yılda olduğumuzu takip etmek için geç kalmış olsam da büyük boy tavuk burger menülerin daha büyük, onları yiyen çocukların daha doyumsuz; hızlı arabaların daha hızlı, onları kullananların daha sabırsız; iletişim araçlarının daha gelişmiş, insanların iletişim yeteneğinin tamamıyla körelmiş olduğu bir zamandayım. Öyle bir zamandayız ben ve kızım. Kırmızı minderli sandalyelere ve miyop gözlerimi iyice kamaştıran ışıklandırmaya sahip bir restorandan çıkıp az eşyalı çok sevimli evimize dönüyorduk. Sokaklarda birbirlerinin ayaklarına basan, omuzlarına çarpan insanların artık birbirlerine ancak böyle ‘değebileceklerini’ herhangi bir şey hissetmeksizin -korku bile- aklımdan geçirdim.  Etrafımızı saran şu rezidanslardan birinin en yüksek katından tükürsem kaç dakikada yere düşer diye düşünmeden edemedim. Veya 1 metre 63 santimlik boyumla kaç tane üst üste koyulsam o kadar uzun olacağını… Görkemli pelerinimi katlayıp evimizde seccade, bayrak ve siyasi parti broşu gibi şeyler koyduğumuz çekmeceye kaldıralı çok oluyor. Yani ne kadar küçük olduğumun farkına varmak için az önce anlattığım gibi metre hesabıyla kıyas yapmama gerek yoktu aslında.

“Anne! Anne, bak bak!”

Minicik ellerinden biri karşıda bir şeyi gösteriyordu diğeri avuçlarımın arasındaydı; kızıma bakakaldım. Benim gibi yeşil gözlü, babası gibi esmer.

“Ya anne bana değil şuraya bak!” Halâ heyecanlanmayı unutmamış birinin bu “Bak, bak!” çırpınışlarına sonsuz bir saygı ve hayranlıkla kafamı çevirdim. Ağaç! Yapraklarından birazı sararmış birazı dökülmüş bir ağaç. Ezberlenildiği gibi sonbahar hüzün verir insana. İçim rahatladı kızımın ezberi kötü olduğu için. Zamanı akrep ve yelkovanla takip eden insanların aksine mevsim geçişinin farkına varmak nasıl bir kibir verir insana… “Sonbahar.” Diyebildim, o da gözlerini bana odaklayıp gülümsemekle yetindi. Ağaca baktığı gibi baktığını görünce şaşkınlığımdan ne yapacağımı bilemedim hatta utandım. Yürümeye devam ettik.

En büyük korkum anne olmaktı, ikincisiyse çocuğumun kalpsiz biri olması. Eğer babasının çekip gitme ihtimali aklıma gelmiş olsaydı ondan da korkardım. Hepsinin uçup gitmesini sağladı yanımda yürüyen bu minik parçam. Çünkü hatırlıyorum anneme böyle bakmamıştım hiç, eliyle işaret eden tarafsa genelde annem olurdu. Ben başörtülü bir kadına “öcü”, renkli giyinen bir erkeğe “lolipop”, esmer birine “hanzo” dememem; kıyafetleri, konuşması, bedeni benden farklı olan birine uzun uzun bakmamam; insanları buna göre ayırmamam gerektiğini zamanla ve kendi kendime öğrendim. Öğrendiklerimi kızıma aktarmama ise hiç gerek kalmadı, çünkü o zaten bunlarla hiç ilgilenmedi. Bu, onu dikkat kesildiği ağaç kadar masum saymama yeter de artar. Ayrıca toplumun annelik standartlarına uymamama rağmen kalpsiz biri olarak da yetişmedi. Sevmeyi, gülmeyi, heyecanlanmayı bırakmadı; ağlamaktan utanmadığına da birçok olayda şahit oldum. Demek ki halâ yaşıyor kızım ve o yaşamaya devam ettikçe benim de ölmem mümkün değil, anladım.

“Başka bi’ yere mi?”

Eve ulaşmak için sapmamız gereken sokağı kaçırmak üzereyken uyarıldım, saptık. Başka bir yer yok. Yine canım sıkıldı. Şu kaldırımda biri gitarıyla, darbukasıyla, akordeonuyla, klarnetiyle ya da belki sadece bidonlara vurarak bi’ ritim tuttursa! Onların da nesli tükendi. Ya da cenazede müzik açılmaz kuralıyla evlerine çekildiler. Beton yığınlarının altında kalan duygularımızın ruhuna fatiha!