Bir şeyler hep eksikti veya fazla doluydu. Yani mesela televizyondaki komik adamlar şakalar yaparlardı, gülerdim. Annem telefonda hep dertlerinden bahsederdi, üzülürdüm. Herkese karşı ihanetiyle meşhur bir babam vardı, ona kızardım. Bazen hava kararırdı, korkardım. Bazen midem çok bulanırdı, kusup; kendimden iğrenirdim. Bazen sadece kendimle konuşur, yalnızlığıma ağlardım. Ama bütün bunlara karşın hiçbir zaman mutlu olamazdım. Kendimce mutlu olmaya dair bütün anlar zaten gündelik rutinimin içerisindeydi.
O zaman ne işi vardı elimde bu halatın? Zaten ihtiyaç olduğum her şeye sahip değil miydim? Zaten yaşayabileceğim maksimum duygu durumlarını gündelik hayatımla beraber yaşayamıyor muydum? Gittim, aldım marketten işte. Aklımdaki düşüncenin bütün farkındalığına rağmen evimin bir ihtiyacıymış gibi aldım. Macera mı yaşamak istiyordum? Dünya üzerindeki bütün halatlara karşı sansasyonel bir ilgim mi vardı? Yoksa gizemli bir koleksiyoncu muydum? Hayır, sadece ölmek istiyordum. Çok uzun zamandır hem de. Bildiğim bir yarındansa bilinmez bir karanlık beni daha çok umutlandırıyordu, kendime karşı.
Oysa o sabah yine kendim için değil, başkaları için uyandım. Bir hukuk bürosunda hademeydim. Herkesten önce benim işe gitmem gerekiyordu. Yani Mehmet Bey’in kahvesini hazırlamam, Ali Bey’in masasının üzerindeki tozları almam, Mustafa Bey’in oturağını düzeltmem, Şerif Bey’in A4 kağıtlarını düzenlemem, Selim Bey’in kargolarını masasına bırakmam ve hepsi için kahvaltı hazırlamam, hepsi için bütün tuvaletlere peçete bırakmam, hepsi için fayansları silmem, hepsi için öğle yemeği hazırlamam, hepsi için çay/kahve servisi yapmam gerekiyordu.
Bu yüzden kalkardım sabah ezanında. Çoğunlukla güneş doğmamış olurdu. Deterjan kokan yatağımı toplayıp, ufak tefek bir şeyler atıştırırdım. İşte biraz peynir, biraz açbitir salam, belki -o ay maaşımı çok kullanmadıysam- birkaç damla reçel ve birkaç yudum dünden demlenmiş çay… Yeterdi bana. Gider üstümü giyinirdim. Dua gibi, sure gibi ezberlediğim ve herkese göre paçavra ama bana göre de gündelik olan kıyafetlerimi üstüme geçirirdim. En azından temizlerdi ve zaten iş yerinde giymeyecektim. Bir forma verirlerdi, pembe. Onu giyerdim.
Sonra tabii kitlerdim evimin kapısını. Yürürdüm otobüs durağına doğru, bakardım etrafıma, düşünürdüm ve işte tam o anlarda öldürmek isterdim kendimi. Bedenimin paramparça asfalta dökülmesini, parmaklarımın erimesini, aklımla kalbimin fiziksel olarak yer değiştirmesini, bacaklarımın havaya buhar gibi uçmasını, sırtımın kağıt gibi katlanmasını, yüzümün gazete kağıdı gibi buruşturulmasını, bağırsaklarımın spagetti gibi tanrı tarafından yenmesi, karaciğerimin sigara içmesini, akciğerimin alkolik olmasını ve midemin de minik minik sesler çıkarmak yerine yüksek sesle gülmesini isterdim.
Çünkü hiçbir yere ait olmadığımı fark ederdim. Sürekli her yerde turistmişim gibi hissederdim. O yüzden yok olmak isterdim. Evet bir ailem vardı. Daha doğrusu bir annem. Ama ona ait değildim. Fikirlerimi, düşüncelerimi onunla paylaşmazdım. Ortak olduğumuz bir şey yoktu. O anlatırdı ve ben de sadece dinlerdim. Ayrıca bir arkadaşımda yoktu. Hiçbir zaman olmamıştı. Üniversitede de işyerinde de…
Aslında üniversitede çok ciddi planlarım vardı. Yurt dışına gidecektim, şakır şakır İngilizce konuşacaktım, partiler, gezmeler, tozmalar… Ama olmadı işte. Sınava hazırlanırken bu tarz konular sadece motivasyondan ibaret kalabiliyor bazen. Bende de öyle oldu. İstemediğim bir şehri kazandım mesela ve artı olarak da istemediğim bir bölüm… Tabii yine de başlangıçta çok emek verdim, insanlara karşı, kendime karşı, okuluma karşı. Sonra dereye atılmış taş gibi sürüklendim ve bıraktım bazı ipleri. Yine de umudum vardı. Akar ve yolumu bulurum, dedim. Sonucunda da sadece diplomalı bir hademe oldum. Ülkenin ekonomisiydi, benim depresyonumdu falan derken artık sadece yaşamak için yaşayan birine dönüştüm. Tıpkı kediler, köpekler, su aygırıları, amipler ve zürafalar gibi.
Gidergelirgidergelirgidergelirgidergelirgidergelirgidergelirgidergelirgidergelirgidergelir ve sadece yaşardım, daha iyisinin olabileceğine dair hayaller kurardım, uzun uzun. Otobüs gelene kadar. Geldiğinde de her şey bir su balonu gibi patlardı. Birilerinin sırtını itekler, birilerinin ayaklarına basar, birilerinin de saçlarını çekerek, kendime yer bulmaya çalışırdım otobüste ve inerdim bindiğim gibi. Ben açardım büronun kapısını ilk. Sol ayağımla girerdim içeri. Sağ ayağımın baş parmağı biraz yamuk olduğundan dolayı uğur getireceğine inanmazdım. Yakardım ışıkları. Karanlıkları sevmezdim. Asardım montumu askılığa ve başlardım zeytinleri yıkamaya, peynirleri dilimlemeye, salatalıkları soymaya, ekmekleri doğramaya, patatesleri kızartmaya, çayı demlemeye, servis tabaklarını çıkarmaya, çatal ve bıçakları masaya dizmeye…
Sonra zaten ilk olarak Mehmet Bey gelirdi. Suratıma bile bakmadan eşikten sağ ayağıyla geçip, tuvalete girerdi. Sanırım bağırsaklarında bir problem vardı. Çünkü mesai saatlerinin büyük bir çoğunluğunu tuvalette geçirirdi. Tuvaletten çıkar çıkmaz da masasına kurulup, çalışmaya başlardı ve kahvaltıyı da çoğunlukla zaten evinde yapmış olduğunda dolayı burada etmezdi. Ondan sonra da Ali Bey, Mustafa Bey, Şerif Bey ve Selim Bey de hep beraber gelirlerdi. Daha doğrusu hepsinin evi birbirine yakındı ve hepsi Ali Bey’in arabasına binerek büroya gelirlerdi.
Ben de bazen mutlu olurdum onlar gelince. İçinde bulunduğum sessizlik biraz sona erecek diye. Fakat bu mutluluk çok uzun süreli değildi. Yani onlar beni görmezlerdi. “Günaydın” demezlerdi, “Kolay gelsin” lafını işitmezdim, suratıma bakılmazdı, “Nasılsın” diye sorulmazdı… Ellerinden geldiğince bir hademe olduğumu suratıma vururlardı. Oysa benim de diplomam vardı. Ben de iyi kötü görmüştüm bir üniversite. Çimenliklerde oturmuştum, vizeye girmiştim, büte kalmıştım, açlıktan bayılacak gibi olmuştum, param olmadığı için otobüse bile binememiştim… Her şeyden öte bir insandım ben. Konuşulmak, fark edilmek veya ufacık bir tebessüm, sırf hukuk fakültesini bitirmediğim için veya onlarla aynı cinsiyette olmadığım için veya sadece bir hademe olduğum için benim de hakkım değil miydi? Üstelik onlar hukukçu değiller miydi? Nasıl böyle bir hakkı sırf cübbeleri olduğu için görmezden gelebilirlerdi? Anlamıyordum ve sadece yaşıyordum.
Boşlar bitiyordu dolduruyordum, güneş doğuyordu ışığı kapatıp; perdeleri açıyordum, sigara külüyle dolan küllükleri temizliyordum, öğle yemeğini hazırlıyordum, bazen kuru fasulye pişiriyordum, yanına pilav ekliyordum, bazen mercimek çorbası kaynatıyordum, odundan kaşığı çorba tenceresinin içinde döndüre döndüre şarkılar fısıldıyordum, bazen de Rus salatı yapıp, içine bol yağlı mayonezlerden kaşık kaşık koyuyordum, istiyordum ki isal olsunlar, onlardan nefret ettiğimi anlasınlar. Ama her biri sadece yiyordu. Mehmet Bey bile. Sonra kirli tabakları yıkıyordum, tuvaletim geliyordu, ama tuvalete gidemiyordum, kızarlar diye korkuyordum. Böyle şöyle bitiyordu günüm.
Hep beraber, Mehmet Bey de dahil, birbirlerine görüşürüz diyerek gidiyorlardı bürodan. Yine yalnızlık ve sessizlikle karşılaşınca anlıyordum, bitmesi gerekiyordu artık benim günlük rutinimin de. Bu yüzden ışıkları söndürüyordum, perdeleri çekiyordum, pencereleri kapatıyordum. Sıkı sıkı kilitliyordum büronun kapısını. Tıpkı aklımı, fikirlerimi, bedenimi, diplomamı, dilimi, sıcaklığımı, kahkahalarımı, endişelerimi, üzüntülerimi, sevinçlerimi, yalnızlıklarımı ve var olduğum her anı susturuşum gibi. Sonra gidiyordum evime. Televizyonu açıyordum öylesine. Unutmak ve hayal kurmak adına. Sonra yine kahvaltılık bir şeyler veya hazır çorba… Belki annem arıyordu o sıralarda. Açıp, dinliyordum. Maksimum iki dakika. Sadece babamı anlatıyordu ve ben de çoğunlukla dayanamayıp şarjım bitiyor yalanını söylüyordum.
Ama o gün öyle yapmadım. Açmadım annemin telefonunu. Hatta televizyonu bile. Işıkları, kapıları ve kendimi bile açmadım ilk defa kendi evimde… Eve geldim. Karanlıkta oturdum. Duvardaki saati anlamaya çalıştım. Yediye daha beş vardı. Kasım ayı olduğu için gökyüzündeki karanlığın ismi her ne kadar gece gibi dursa da aslında akşamüstüydü. Üstüme çöken şey bu sefer ne kadar yalnız, görünmez, belirsiz, anlamsız, arkadaşsız, aidiyetsiz, ciddiyetsiz ve varlıksız oluşum değildi. Daha çok boşluklar hissediyordum bedenimde. Ne iyiydi ne kötü. Ne hafifti ne de ağır.
Dışarı çıktım. Bol yıldızlarla süslenmiş bir Migros’dan içeri girdim. Bir amacım yoktu. Ya da ben olmadığını düşünüyordum. Ya da bu sefer diğerlerinden daha farklı bir yarın kurmak adına bol yıldızlı bir Migros’a girmiştim, bilmiyordum. Gezdim reyonları, deterjanların arasından geçtim, parasını ödemediğim hale bir çikolatanın paketini açıp yedim ve en sonunda onu gördüm. O halatı. Elime aldım. Parmak uçlarımla arzuladığım bir bedene dokunuyormuşum gibi onu sıktım. O an hatırladım işte, içimdeki ölme arzusunu. Çikolatanın aksine onun parasını ödedim ve çıktım Migros’tan. Adımlarım bilmediğim bir yolu izlemeye başladı.
Sonra bir an durdum. Ne yaptığımı anlamaya çalıştım. Kendimi asmak istiyordum. Öldürmek. Evimde ölmek istemiyordum. Çünkü beni kimse ziyarete gelmezdi. Bir annem arardı, o da eğer açmazsam birkaç saniye çaldırıp, kapatırdı. Gözlerimle etrafımı taradım. Neresi olacağına karar veremedim. Daha doğrusu öyle bir yerde kendimi asmalıydım ki, insanlar en azından ölmüş bedenimi bulmalılardı. Aklıma iş yerim geldi. Çünkü sadece birebir olmasa bile dolaylı yoldan iletişim kurduğum bir tek iş yerimdeki patronlarım vardı çevremde.
Fakat o saatte oraya gitmek istemedim. Yarın sabah erkenden kalkar hallederim bu işi diye düşündüm ve tuhaf bir şekilde elimdeki halattan bütün vücuduma dağılan titreşim gibi bir güç hissettim. Aynı anda özgür irademi, ışıltımı, kendi ses tonumu, varlığımın bütün simlerini ve vücut hatlarımı duyumsadım. Halatı paketinden çıkardım. Sol elimin avcuna iki ucunu da dahil olmak üzere her yerini yerleştirmeye çalıştım. Ben yerleştirdikçe o canlandı ve onun parmaklarım arasında hareketlenmesine izin verdim. Artık halat görünümlü bir yılandı. Her an bir elma yiyebilir ve her an bir adamı kandırabilirdi. Bendi, varlığımdı, hayallerimdi, umutlarımdı…
Onunla birleşmek istedim. Kaldırımda, yanımdan insanlar, arabalar, motosikletler ve kamyonlar geçerken; ben gözlerimi sol elimdeki halata dikip, sağ elimle kıyafetlerimi çıkardım. Soyundum. Aynı an da elimdeki halat görünümlü yılan, kuyruğunu biraz daha sallıyor ve heyecanlanıyordu. Bunu hissediyordum. İstiyordum ki içime girsin, bedenimde gezsin.
Fakat o parmaklarımdan aşağıya indi. Önümde bir yılan gibi sürünerek ilerdi. Onu takip etmeye başladım. Çünkü bunu istediğini hissettim. Sadece ona baktım ve yürüdüm. Ben yürürken çalınan korna sesleri, insan bakışları ve daha birçok şey umurumda değildi. Hayatımda ilk defa kendi benliğimin peşinden gidiyordum. Ben gittikçe o hızlanıyordu ve ben artık koşuyordum. Korkusuzca ve cesurca koşuyordum. Ucunda ne olduğunu düşünmüyordum. Bir ona bakıyordum.
Bir an hayal meyal arkamdan gelen bir polis arabasının sesini işittim. Tepki vermedim. Koşmaya devam ettim. Yılan ani bir şekilde sağa döndü ve bende öyle yaptım. Binaların arasından, caddelerin içinden, çöp konteynırlarının önünden, sokak lambaların altından ve bozuk asfaltların üzerinden geçerek; bir mahalleye geldik. İçinden insanların zorla “kentsel dönüşüm” diye çıkarıldıkları, yarısı yakılmış bir gece kondunun önünde durduk. Her taraf moloz, beton ve umutsuzlukla boğuşuyordu. Çevremde insan yoktu ama bütün evlerin ışıkları yanıyordu.
Önümdeki halattan yılan bu sefer de yavaş yavaş sol ayağımın baş parmağına doğru yaklaştı. Sadece ufacık dokundu. Hissetmedim bile. Ardından bana dokunmadığı ucundan yemyeşil dallar çıkmaya başladı. Tıpkı bir su hortumun ucundan su çıkması gibi onun da diğer ucundan yemyeşil dallar çıkıyordu. Bir ağaç gibi besliyordu içinden çıkan dalları. Dallar hem uzuyordu hem de sarıp yok ediyordu moloz yığınını. Ortaya çok güzel bir koku da çıkıyordu ayrıca. O yıkılmış görüntü yavaş yavaş yavaş ortadan kaldırılıyordu. Görüntü kirliliği yok olurken ben sadece şaşırıyordum. Çünkü:
İnsanların yarattığı bir moloz yığını, benim bedenime değen; bir halat tarafından yok ediliyordu. Tıpkı dünya gibi…