Güneş tepemizi yakarken bir anlık soluklanmak için durduğumuzda sırtımdaki ağırlık bir filin ağırlığını geçmişti. Yükümü yere indirip su matarasına uzandım. Birkaç yudumu ağzıma, geri kalanını başımdan aşağıya döktüm. Ancak sona kalan birkaç damlasını yanımdaki cüceye ayırdım. Küçük elleriyle matarayı tutarak sonuna kadar içti.

Başımdan aşağı akan sular çöl sıcağında anında uçtu gitti. Biraz rüzgar çıkmıştı şimdi, kumları sürükleyen ve onları ağzımıza gözümüze sokan bir rüzgar. Cüce bacağıma yapıştı ben de onun etrafında cenin pozisyonunda oturdum. Rüzgarın geçmesini bu şekilde bekledik. Uyuyakalmışım ki cüce beni uyandırdı. “Kalk, yeter uyuduğun, yola koyulmamız lazım.”

Onu susturup ağırlığımı sırtıma tekrar yükledim. Başıma sardığım peçeyi düzeltip yürümeye başladım. Güneşin batmasına yakın bir tepenin eteklerine gelmiştik. Burada geceyi geçirmeye karar verdik. Yukarılara fazlaca çıkarsak gecenin yıldızları tepemize düşebilirdi, bunu istemezdik. Olur ki bu tepeye düşerlerse de altlarında ezilecektik. Bu yüzden kuytu bir mağara bulduk ve oraya girdik. Yaktığımız ateşin ışığında cüce gözleri parlayarak bana baktı. “Haydi, göstersene, göstersene bir daha bana onu!”

“Hayır olmaz, varana kadar çıkartmam onu bir daha yerinden.”

“Ne olacak bir kere daha gösteriversen!”

“O zaman yerini öğrenmiş olursun ve ben uyurken çalmaya çalışırsın!”

“Saçmalık!”

“Yalan mı ha?” Homurdanarak arkasını döndü ve yattı. Horultuları geceye karışırken ben de çantama sarılarak yattım yere. Ama uyuyamadım. Çünkü ben de artık onu görmeden uyuyamaz olmuştum. Yavaşça çantamı açtım ve içinden bezlere sarılmış kutuyu çıkardım. Kutunun içerisinde daha fazla bez ve onların ortasında bütün güzelliği ve parlaklığıyla duran o şey vardı. Onu bir de ayın ışığında görmek istiyordum. Ses çıkarmadan ve cücenin derin uykusundan emin olarak mağaradan dışarı çıktım.

Bir devin ısırığına sahip olan ay, önümde sonsuza kadar uzanan çölü alabildiğine aydınlatıyordu. Ellerimin arasında tuttuğum şey yedi cihanın en güzel elmasıydı. Onu uzak diyarlardaki bir padişaha hediye etmeye götürüyordum. Bu elmayı ısıracak olanın hayatındaki her şey rast gidecek ve dokunduğu şey altına dönüşecekti. Öylesine değerli bir elmaydı bu ve ancak bir padişaha layıktı. Ayın ışığında yeterince izledikten sonra onu tekrar bezin içerisine sardım ve kutuya koydum. Mağaraya geri dönüyordum ki yolunu kaybetmiş bir yıldız perisiyle karşılaştım. Bu yıldız perileri düşen yıldızlardan gelirlerdi ve genelde şaşkın olurlardı.

“Nereye düştü yıldızın?”

Eliyle ileriyi, sonsuz uzaklıktaki ileriyi gösterdi.

“Nereye gidiyorsun?”

Arkasını dönüp yukarı tepeyi gösterdi.

“Onun için sabahı beklemen gerekir, yukarısı mahşer yeridir şimdi.”

“Bu gece varmam lazım oraya.”

“Söylüyorum sana, tepenin sakinleri yamyamdırlar, bir çırpıda yerler seni.”

“Sabah olunca güneş tenimi kızartacak. Bu gece varmam lazım oraya.”

“İyi, kolay gelsin o zaman sana.”

“Bana yardım eder misin?”

Elimdeki kutuya ve sonra çaresiz gözüken yıldız perisine baktım. “İyi, ama tepe sakinlerini gördüğüm anda dönerim geri ve yapayalnız kalırsın.” Elmayı mağarada cüceyle yalnız bırakmak istemiyordum, bu yüzden üzerindeki bezle ufak bir çanta yapıp boynuma astım.

Tepeye doğru çıkmaya başladık ki hava da gittikçe soğuyordu. Yıldız perisi hiç üşüyor gibi değildi ama ben soğuktan titriyordum ve dişlerim birbirine çarpıp koca çöldeki rüzgar uğultusundan başka çıkan tek sesi oluşturuyordu. Yıldız perisi bana buradaki işimi sordu. Herkesin buradaki işi neyse ondan dedim. Tüccar mıydım yani? Hayır ama bir şeyler kazanma peşindeydim.

Bir anda karşımıza kocaman bir göl çıktı. Gölün köşesinde de kamp yapmakta olan bir göl sakini vardı. Bizi görmemesine çabaladım ama yıldız perisinin saçlarının parıltısından gördü bizi. Ayın ışığında okunu hazırladığını gördüm; onu bize fırlatmak yerine göl dibine fırlattı. Bir çırpınma duyuldu ve ardından kocaman bir yaratık su yüzeyine çıktı. Bir daha dönüp bakmadan yolumuza devam ettik. Biraz ileride tekrar bazı sakinlerle karşılaştık. Bunlar bir ateş yakmış çevresinde dans ediyorlardı ve deve eti yiyorlardı. Demek bir tüccarın yolunu kesmişlerdi ve devesini kesmişlerdi. Bizi görmediler, biz de yolumuza devam ettik. Tepenin ucuna ulaştığımızda yıldızlar inmişlerdi çoktan. Yıldız perisi koşarak bir yıldıza tutundu.

“Senin,” dedi usulca, “gideceğin yere gitmene yardımcı olacağım. Tıpkı senin bana olduğun gibi.”

“Gereği yok,” dedim, “ben uzun zamandır yoldayım.”

“Gereği olacağı zaman geldiğinde,” dedi yıldız perisi yukarılara çıkmadan önce, “yalnızca yukarı bakman yeterli.”

Başımı salladım. Ama artık inmem lazımdı. Koşarak tepeden aşağı yuvarlandım. Deve eti yiyerek ateşin başında dans eden sakinler bu sefer beni gördüler ve hemen peşimde bittiler. İçlerinden esmer tenli, esmer saçlı bir kadın dibime geldi. “Nereden gelir, nereye gidersin?”

“Uzak diyarlardan gelir, uzak diyarlara giderim.”

“Yıldız perisiyle işin neydi orada? Bilmez misin tepe sakinleriyle yıldız perileri ezelden beri düşmandır.”

“Evine dönmesine yardımcı oldum. Bir daha rahatsız etmeyecek sizi.”

“Seni bırakmamız için bir neden söyle.”

“Yanımda dünyanın en değerli elmasını taşıyorum ve onu padişaha götüreceğim.”

“Elmayı bize vermeyeceksen bundan bize ne?”

“Padişahtan elma karşılığında bir dileğimi yerine getirmesini isteyeceğim. Eğer bir dilekte bulunursanız padişaha sizin dileğinizi kendi dileğimmiş gibi sunarım.” Kadın bir süre düşündü, çevresindekilere baktı.

“O zaman bu dileği söyle ona. De ki çölün ortasındaki tepemize kocaman bir şapka yapmasını istiyoruz. Böylece güneşten korunacak ve rüzgarlarda çöl kumuna bulanmayacağız.” Başımı salladım. “Peşine bir kartal takacağız. Her adımını izleyecek ve dileğimizi yerine getirdiğinden emin olacak.” Tekrar başımı salladım. Beni bıraktılar ve tepeden aşağı geri yuvarlandım.

Gölün kıyısına geldiğimde göl canavarının yakarışlarını duydum. Tepe sakini onu vurmuş ancak yemekten vazgeçmiş olacaktı. Karnından oku çıkardım, kanını avucuma akıttım ve kana kana içtim. Bu sırada tepemdeki kartalın sesi kulağıma çarptı. Çıkarttığım oku ona fırlattım. Iskalamama rağmen büyük bir çığlık kopardı kartal. O sırada canavar son nefesini vermekteydi.

“Canavarı ben vurdum.” Dedi göl sakini. “Eti benimdir.”

“Tamam, sadece kanından içtim o kadar.”

“Siz tüccarlar, yol boyu ne görürseniz tüketirsiniz!”

“Hayır, bizler yolun kendisiyiz.”

“Saçmalık! Nereye gidiyorsun öyle?”

“Padişaha gidiyorum. Ondan birkaç dilekte bulunacağım. Siz de bir şey dilemek ister misiniz?”

“Dilek mi, düşeneyim bir.” Ve düşündü göl sakini. “Ondan bana bir çift kanat dile. Böylece uçup gideyim buradan. Yahut bir çift yüzgeç, böylece bu gölün dibinden ulaşayım denize.”

“Kanatsız ya da yüzgeçsiz olsanız da gidebilirsiniz. Bana bakın, ne kanatlarım var ne yüzgeçlerim ancak hiçbir yere ait değilim.”

“Çocuksun daha.” Dedi göl sakini. “Padişah seni neden dinleyecekmiş?”

“Ona hayatında görüp görebileceği en güzel elmayı vereceğim de ondan.”

“İyi haydi, yolun açık olsun.” Peşimden bir türkü okuyarak yolladı beni.

Mağaraya vardığımda güneş doğdu doğacaktı. Cüce uyanmıştı ve homurdanarak beni bekliyordu. “Neredeydin böyle?”

“Seni ilgilendirmez.” Sırtıma yükledim çantamı ve tekrar yola koyulduk.

Çok geçmeden bir kervanla karşılaştık. Develerinin sırtında biraz dinlenmek istedik ama izin vermediler. Biz de onların gölgesinden yürüdük bir süre daha. Kervanın sahibinin kızı da oradaydı ve pembe tüller içerisinde sessizce yürümekteydi. Ona orada aşık oldum, o da bana aşık olmuş olacaktı ki peçesinin ardından utangaç bakışlar atmaktaydı. Gece olunca kamp kurduğumuz yerde çadırımın ipleri açılıverdi birden ve kız kollarıma geliverdi. Seviştikten sonra oturduğumuz yerde bana nereden gelip nereye gittiğimi sordu. Yolda sorulacak ilk şey budur, isminden bile önce gelir bu soru ki isim aslında gereksizdir. Herkese verdiğim cevabı verdim ona da. Uzak diyarlardan geliyor, uzak diyarlara gidiyordum.

Kendisi ve kervanı İstanbul’dan yola çıkmışlardı ve uzun süredir yoldalardı. Babası Isfahan’ın en büyük ipek tüccarıydı. Develerinin sırtında binlerce akçelik ipek taşımaktaydılar. “Bende,” dedim, “babanın bütün ipeklerinden daha değerli bir şey var.”

“Bir elmaya vermez babam beni.”

“Padişaha götüreceğim bu elmayı ve bana ne istersem verecek. Seni bile verir bana.”

“Öyleyse kaçır beni ve beraber gidelim padişaha.”

Böylece anlaştık ve sabaha karşı cüceyi uyandırıp pılımızı pırtımızı yüklenip çölün tepelerinde koşmaya başladık. Koştuk çölün tepelerinin sırtlarında güneş tekrar tepemizi yakıncaya kadar koştuk. Şehrin surları göz hizasında görünmeye başlamıştı. Cüce söylenip duruyordu bana. “Sus, keyfimi kaçırma.” dedim ona.

Şehrin surlarına vardık. Bir çarşı pazar karşıladı bizi burada. Rengarenk meyve sebzelerle dolu bu çarşıda oyalandık bir süre. Bir elma tezgahının önüne gelmiştik. Cüce beş altı tane elmayı bir çırpıda mideye indirdi. “Elmadır,” dedi keyifle, “en sevdiğim yiyecek.” Cüce kendisini pazarda kaybederken ben ve pembe tüller içindeki esmer güzeli padişahın sarayına doğru koyulduk yola.

İhtişamlı salona girdik ve padişahın huzuruna vardık. “Padişahım,” dedim atarak kendimi öne. “Size yedi cihandan değerli bir şey getirdim.”

Padişah şişman midesini gererek önümüzde elimde tuttuğum kutuya eğildi. “Aç bakalım içini.”

Açtım ve kırmızı elmayı gözlerinin önüne serdim. “Bu elmayla padişahım, devlerden güçlü, perilerden şanslı olacaksınız. Tuttuğunuz şey altına dönüşecek ve bir daha korku ya da dehşet duymayacaksınız. Yalnızca bir ısırığıyla yedi cihan önünüzde diz çökecek ve bir daha kalkmayacak.”

Padişah keyifli keyifli önüne uzattığım kutuya attı elini. “Dediklerin gerçekleşirse ne dileyeceksin benden?”

“Çok bir şey değil padişahım. Bir şapka, bir kanat ve bu yanımda duran kızın elini isteyeceğim sizden.”

“Önce görelim bakalım.” Ve elmadan kocaman bir ısırık aldı. Öyle iştahla ve öyle şehvetle ısırmıştı ki padişah bu elmayı, ısırışının sesi koca sarayda yankılandı ve aç karınları sızlattı. Esmer güzelinin elini tuttum. Padişah çiğnedi, çiğnedi ve yuttu. Beklentiyle bana ve etrafına baktı.

“Aman padişahım! Neler oluyor öyle! Parlıyorsunuz adeta!” diye çığlığı bastım ve dizlerimin üzerine çöktüm.

“Evet padişahım, sanki altından bir leğende gibisiniz!” Kız da benim yaptığımı yaptı ve bağırdı koca salonda.

“Bu ne güzellik, bu ne kuvvet öyle ki kollarınızdan akıyor sanki yedi cihanın mürüvveti!”

Padişah keyiflendi. “Öyleyse senindir. Şapka, kanat ve yanındaki kızın narincecik eli!”

Böylece vardık talihimize. Hemen oracıkta evlendik ve saraya yerleştik. Padişah bize en güzel yemekleri yediriyor, en güzel kıyafetleri giydiriyordu ve halimizden pek de memnun idik. Ancak şapka ile kanadı tepe sakinlerine vermek yerine kendim takmaya karar vermiştim. Böylece hem güneşten korunuyor hem istediğim gibi şehrin üstünde uçuyordum.

Gün geldi ki tepe sakinleri yüzyıllar sonra tepelerinden indi ve dadandılar sarayın kapısına. Onlara söz verdiğim şeyleri istemeye gelmişlerdi. Ancak onları verecek dilek hakkım kalmadığını, bu dileğimi evlilikte kullandığımı söylediğimde haliyle çokça sinirlendiler. Padişaha savaş açmak istediler. Gücünün kuvvetinden oldukça emin olan padişah bu savaş isteğini hemencecik kabul etti. Ancak tepe sakinlerinin kuvvetini bilmemekteydi. İlk muharebede surların üzerinden düşüp belini kırıverdi. Böylece elmanın aslında büyülü bir elma olmadığı, yalnızca bahçemden topladığım güzel parlaklıkta bir elma olduğu ortaya çıktı. Beni ve karıcığımı kule zindanına hapsetti ve ertesi gün başımızın kesilmesine ferman verdi.

Son geceki ziyaretime cüce geldi. Gözleri keskin, dişleri sıkılıydı. Cücenin ayaklarına kapandım ki kurtarsın bizi buradan. Ama cüce keskin bakışlarıyla beni ezdi geçti. “Çölün en rezalet adamının sonu ancak böyle olurdu.”

“Ne istersen veririm cüce. Şapkayı mı istiyorsun? Al senin olsun. Kanadı mı istiyorsun? Al senin olsun. Karımı mı istiyorsun? Al senin olsun. Yeter ki yaşayalım.”

“Çölün ortasında hayatta kalmak ya da ölmenin arasındaki fark nedir ki?”

“Çok şeydir! Geceleyin yıldızları görmek kadar önemli bir şeydir!”

“Yıldızlar yok burada, koca seneler öncesinde düşüp kırıldılar hepsi. Sonumuz da onlar gibi olacak.”

“Çıkar bizi buradan!” Ama cüce yakarışlarımı dinlemedi. Sonradan anladım ki tepe sakinlerine ihanetimi haber veren de oydu. Ve sonradan hatırladım ki bir dilek hakkı da ona vermiştim ama padişahın huzurundayken unutuvermiştim. Cücenin dileği yalnızca bir merdivendi. Şimdi o merdivenlerden sarayda pek çok vardı.

Çaresiz, gökyüzüne bakakaldım. Gerçekten yoktu yıldızlar artık. Hepsi bir şekilde düşüp gitmişler ve geceyi ayla bana bırakmışlardı. Yalnız orada, biraz ufuk çizgisinin yakınında yalnız bir tek yıldız görüverdim. Oradan bana göz kırpan yıldız perisini hatırladım. Elimi sallayarak onu çağırdım. Kulemizin dibine kadar geldi. “Ne istiyorsun?”

“Yaşamayı.”

“Yollardan uzak yaşayabilir misin? Gökyüzünde bir yıldız zerreciğinde tüm ömrünü geçirebilir misin?”

“Bilemiyorum yıldız perisi, bilemiyorum. O kadar pişmanım ki!”

“Sana ne olursa olsun yardım edeceğimi söylemiştim. Ancak şimdi seni kabul edeceğimden emin değilim.”

“O kadar haklısın ki! Bana ne yaparsan yap, yeter ki beni ve karımı buradan çıkar.”

“Kanatlarını sırtına ve şapkanı başına tak. Güneşe fazla yaklaşmak istemezsin.”

Pembe tülleri gözyaşlarıyla birlikte yüzünün iki tarafından akan kızı sırtıma koyup kanatlarımı ve şapkamı taktım ve semaya doğru yola çıktım. Yıldız perisi elimizden tutarak uçurdu bizi ve böylece göğün içinde beni takip eden kartalla bir olup çölün üzerinde uçmaya devam ettik. Tepenin üzerinden geçerken göl sakini beni uçarken gördü. Okunu gerdi ve beni karnımdan vuruverdi.