Yarı uykulu ve hareketsiz geçen günlerinin ardından, o gece uyumak istememişti. Zaten sabah erkenden hücresinden alınacak ve o meşum sehpaya götürülecekti. Geri dönüşün imkansız olduğu inanmak istememesine rağmen bütün kesinliğiyle karşısında apaçık belirirken, son saatlerini, bir parça maziyi yâd ederek, sevdiklerini ve ailesini düşünerek, küçük oğlunun sevimliliklerini hatırına getirerek geçirmek gibi, sıradan ve fâni insanların yine sıradan ve fâni istekleri onda da belirir gibi olmuştu.  Heyhat, birden hayatı boyunca çok az neşelendiğini, kahkahalar attığını, espriler yaptığını hatırladı. Saatler sonra nihayete erecek yaşamını acı çekerek, kederlenerek somurtkan bir şekilde geçirmişti, yaşadığı coğrafyada neşenin haram kılındığı diğer insanlar gibi. Şu an, onu burada kılan, keşkelerine bir yenisi daha eklendi. Günlük hayatta teferruat olarak bile niteleyebilemeyeceğimiz ufak tefek hatalar ve kendi şartları içerisinde hata bile sayılamayacak eylemleri yüzünden demir parmaklıkların altında bu soğukluğuyla ilkokulda gördüğü derslerden hayal meyal hatırladığı soğukluğuyla meşhur ülkeleri anımsayan betonun üzerinde idi. Hâlbuki ona kötülüklerin sıcak ile cezalandırılacağı öğretilmesine rağmen, beton soğuktu, ince uzun şerit gibi boydan boya dizilen demir parmaklıklar daha soğuktu… Bu çelişkinin anlamı neydi? Pişmanlıklar, keşkeler gözlerinden hiç durmadan boşalan yaşlarda görülebilirken bir anlam arayışında olan herkes gibi o da haykırıyordu: “Niçin?” Karşısına onu parçalamak isteyen bir dev misali çıkan; kaderi niye fırtınaya dönmüş, her şey bambaşka olamaz mıydı, böyle mi olması gerekiyordu gibi sorularla boğuşurken bir taraftan da son saatlerini niye böyle geçirdiğini düşünüyordu. Neticede, her insan hatalarıyla vardır ve onun da hataları burada olmasına neden oldu ama bu hataları yapmasa daha farklı hatalar yapacaktı ve bambaşka bir soğuk cehennemin içerisinde bulunacaktı belki de… Ancak bu noktada bunları düşünmenin bir yararı var mıydı, bilmiyordu. Son saatlerini, ömrünün geri kalanından daha farklı bir biçimde yaşamak, bir idam mahkûmunun isteyebileceklerinin en masumu olsa gerek… Mutlu olmak, gülmek, hiç olmazsa tebessüm etmek gibi basit ama erişmesi zor şeyler istiyordu. Yıkımına ve sonuna yol açan hatalarını düşünmek onu takatsiz bırakmaktan başka ne işe yarıyordu ki? İnsanın, geçmişteki hatalarının muhasebesini yapmak, geleceğine yön vermesi konusunda inkâr edilemeyecek önemdedir, ancak devasa bir taşa toslamadan, içinden çıkılmaz bir çamura batmadan, geleceğine hâlâ yön verebilecek bir kudreti haizken bir anlamı vardır bunların. Geleceğin düşünülemediği, umut ilkesine rastlanamayan bir hayat, tam olarak onun sahip olduğu… Yıkımın, sonun kabullenilmesi ne acı… Son saatlerini böyle geçirmek, onun için işkenceden ne farkı vardı ki… Aklına geçmişteki güzel olayları, ailesini ve çocuklarını getirmek, yaşayacakmış gibi onlarla hayal kurmak… Oysa bu hayalleri yaşayamayacak olmak ızdırabının katsayılarını artırıyordu sadece. Büyük oğlunun okula başlayacağı, âşık olacağı, evleneceği, çocuk sahibi olacağı günleri göremeyecek, mutluluğuna ortak olamayacak… Son saatlerinde sevincini var etmek isterken kederini zirveye çıkardı bu… Ölümü beklerken yaşamıyordu, yaşayamıyordu… Geçen her bir dakika ona çok uzun gelmesinin yanı sıra, bu acıların nihayete ermesi için vaktin bir an önce dolmasını ve darağacına çıkarak boynunu urganın içine sokmayı beklemekten başka ne yapacak ne vardı ki bu son saatleri bir anlam taşısın!

İş işten geçmişken, mana taşımayan bu fikirler ve duygular içerisinde boğulmamak için kendi kendinin celladı olmak istedi ve aniden harekete geçti.  Çarşafını yatağından çıkarmasıyla bir ip gibi büzüştürüp, oturma kısmı tahta olan demir sandalyenin üzerine çıkması bir oldu. Urgan gibi büzüştürdüğü çarşafı, devletinin tavana adeta bazı suçluları yargılamadan infaz etmek için koyduğu çengele düğüm atarak asıp boynuna geçirdi. Mahpusa düştüğünden beri ilk defa şevkle bir iş yapıyordu. Ve o an karısını, çocuklarını, hatalarını ve pişmanlıklarını düşünmüyor, yapacağı işe odaklanmış haldeydi. Ve bunu yaparken kendisini hayatta hiç olmadığı kadar vakur görüyordu. Ölümünü başkalarının ellerine bırakmamak… Ah! ne güzel histi bu. Düğümü boynuna iyice sıktı, sandalyeyi yokladı ve bağırdı, “Artık yaşıyorum!”. Gardiyanlar, hücresine yetişemeden zarif bir topuk darbesiyle sandalyeyi sırt kısmından devirmişti.

Bu, muhtemelen hayatında gurur duyduğu tek davranışıydı…

 

Etem Yunus Akbayır