Yetmişti artık canına. Otuz altı senedir çektiği bu evin kahrı, otuz beş senedir arşınladığı şehrinin tozlu sokakları, otuz dört senedir anasına küfrettiği hayatı ve otuz üç senedir işlediği suçlar. Rıdvan, otuz altı yaşında. Hayatın suça ittiği her insan gibi fakir doğmuş. Evin altı çocuğundan biri. En büyük kardeşleri oto sanayide araba tamir ederken o da ek gelir getirmek için ufak hırsızlık numaralarıyla başlamıştı işe. Yaklaşık dört yaşında başlamıştı ve otuz iki senedir yapı-yordu. Bir kere evlenmişti Rıdvan. Bu beğenmediği hayata bahtsız yeni üyeler getirmenin sorumluluğunu reddetmişti. Ama karısı ne yapıp edip onu ikna etmişti.
‘’Yoksulluk kader olamaz’’mış. Yalan. Yoksul adamın çocuğu yoksul doğar, yoksul yaşar. Değer-lerini, karakterini, şerefini satmadığı sürece bu durum böyle devam eder. Rıdvan’ın oğlu Semih de fakir doğanlardandı. On dört yaşına kadar okula gitti babasından farklı olarak. On beş yaşına geldiğinde liseye başlamak yerine çalışmaya başlamak istedi. Okulun bu bataktan onu kurtaramayacağını anlamıştı. Mahallenin kumarhanesinde getir götür işlerine bakmakla başladı. Ondan sonra Kral Necmi, -ona böyle seslenilirdi- onu pavyonuna aldırdı. Geceliği yüz lirayla çalışan Semih, on altı yaşında Kral Necmi’nin en sevdiği elemanı oldu. Racon gereği güvenilen adamların hakkı fazlasıyla ödeneceği ve her pavyon sahibinin aslında birer mafya babası olduğu gerçeği birleşince, Semih’in kaderi de belli olmuş oldu.
Beraber aç yattığın, ölüme gittiğin, sevinçlerini paylaştığın ve aynı babaya inandığın insanlarla olan bağın elbette sorgulanamaz. Semih de kendi gibi olan arkadaşlarıyla özel bir bağ içindeydi. Hani bu Türk dizilerinde görülen başka bir mafyadan para alınca babasını satma olayı, Kral Necmi’nin fedaileri için geçerli olmazdı. Bir kadına yan gözle baktıkları, taciz ettikleri, laf attıkları görülmemişti kralın adamlarının. Velhasıl, şeref ve namusun en geçerli olduğu ortamlarda, adlarından söz ettiriyorlardı.
Peki ne yapıyordu bu adamlar? Uyuşturucu satıcılığı, kaçakçılık, tefecilik vb.. Birçok kez düştükleri polisten türlü nedenlerle tahliye olmuşlardı.
En son girdikleri iş ise istihbarat ağına takılmıştı. Her kaçakçılığın varacağı ‘’top level’’ olarak takdir edeceğiniz şey buydu. Savaşların tek kazananı silah tüccarları, yerinde duramayıp, savaş olan her yerde savaşı daha da körükleyen, ekmek parasını çıkartan –ki çoğu kahvaltıda bir dilim ekmek bile yemez- değişik insanlardı. Kral Necmi de bugüne kadar yoksulların yanında olduğunu iddia etmesine karşın, büyük devletlerin çıkarlarına ne yazık ki hizmet etmeye başlamış oldu. Ortadoğu’ya yakın bir ülkenin vatandaşı olduklarından hizmet alanı bulmakta zorlanmadılar. Kısa zamanda bilinen en büyük beş tüccardan biri haline geldi Kral Necmi.
Yakalanmaları ise istihbarat tarafından gerçekleştirilmişti. İşleri bitmişti. Artık leşlerini kargalar bile bulamazdı. En azından Semih böyle düşünüyordu. Bugüne kadar girdiği işlere lanet etmedi ama. İşlediği suçların azabını hiçbir zaman çekmedi. Hayata karşı kötülük yaptığında öcünü almış hissediyordu. Onu yalnız bırakan, onu suça iten hayata… Rıdvan ise artık altmış yaşlarına gelmişti. Oğlundan bir daha haber alamayınca koyvermiş, yeni bir çocuk da yapmamışlardı. Karısı ile İstanbul’un bir semtinde emekli hayatı sürmekteydi. Gündemkonuları, semtte yaşanılan hırsızlık vakaları, muhtarın karısını dövmesi falandı. Huzurluydular.
Semih, sorgu odasında sorguya girmeyi beklerken aklına babası geldi. Kendisinin iyiliği için, kendi yolunu seçmemesi için onu okula göndermişti babası. Okula gittiklerinde derse girmeden ‘’Türküm, doğruyum, çalışkanım,’’ dediklerini anımsadı. Türktü. Sapına kadar bu vatanın evladıydı. Ama bu vatana karşı kullanılabilecek silahların tüccarlığını yapmıştı. Türklüğe ihanet ettiğini hissediyordu. Vatana karşı ihanet ettiğini hissediyordu. Askerlik çağında gayrımeşru işlere daha rahat bulaşmak için kendini okuyor gösterdiği üniversitesini hatırladı. Tarifini isteseler yapamazdı bile. Bulunduğu şehirden bile emin değildi. Bunların hepsini düşündüğünde aslında hayatının bir hiç üzerine kurulu olduğunu anladı. Babasını seviyordu, ona ihanet etmiş, onu bırakmıştı. Annesini seviyordu, ona onu sevdiğini bir kez bile söylememişti. ‘’Doğruyum’’ diyordu andımızda. Birazdan sorgu odasına girecek bir kişi için tehlikeli bir sorgulama yapacağının farkındaydı. Yaptı. Doğruysa madem, mertse, çalışkandı da üstelik, bunun gerekliliklerinin yapılması gerekirdi. Türk İstihbaratına, Türk Devleti’ne bir ihanet daha etmeyerek önceki ettiklerini unuttururdu belki hem. İnanmadığı dinde tövbe etmek deniyordu buna. İnançsızlık, mafya işlerinde olması gereken üç temel şeyden biridir. Diğer ikisi, mafyadan mafyaya değişiklik göstermektedir.
Çağırdılar Semih’i. Sorgulama başladı. Bildikleri sorulara yanıt arıyorlardı. Semih bu tiyatroyu neden sürdürdüklerini merak etti, sordu. ‘’Bize her şeyi tek tek anlatacaksın’’ dediler. ‘’Her şeyi biliyorsunuz işte, Rodnak vardı, ona gidecekti mühimmat, o da oradan Suriye’ye kaçıracaktı silahları. Ondan sonrasını bilmiyorum, siz de bana onu soruyorsunuz’’ diye cevapladı Semih onları. Bu diyalogun ardından sorgu bitti. Semih’i sorgulamayı bıraktılar. Kral Necmi ve diğer adamları kalmıştı. Ağır abi pozları işe yaramamış olmalıydı. Leşlerini kargalar bile bulamayacaktı diye düşündü Semih onlar için. Biraz da üzüldü, neticede iyi adamlardı, bunca sene boğazlarına aynı lokma girmişti. Ortadoğu karmaşasında gazeteci kıyafetleriyle beraber görüşme yapmıştı Ferit, Rıfat ve Kemal ile. O günü hatırladı. Suriye’ye geçmişlerdi gece sınırdan, kara yoluyla. Silah ve mühimmat satışı için görüşmeleri gereken birileri vardı sınırın öte tarafında. Çok büyük işti ay nı zamanda ve bu işi kaptıktan sonra bütün mafyacılık faaliyetlerini sona erdirebilirlerdi. Sekiz milyon dolarlık bir işti bu ve bilmiyorlardı ki bu silahlar, mühimmatlar, en nihayetinde masum halka doğrultulacaktı. Bunu anladı Semih. Şuan nerede olduğunu bile bilmediği bir yerde, hayatının her aşamasında yoksulları savunduğunu söyleyen Kral Necmi’nin en büyük fedaisi olarak aynı amaca hizmet ettiğini düşünmüştü üstelik. Kandırılmışlığının farkına vardı. Semih, kendi iç hesaplaşmalarından bazı çıkarımlarda bulunduğu anda, babası da kalp krizi geçiriyordu evinde. Annesi hemen 112’yi arasa da babasından artık nabız yoktu. Babasının gözü açık gitmişti. Cidden, yani biyolojik anlamda açık. Semih bir huzursuzluk duydu. Tam o ana gaipten sesler duyması veya halis görmesi yakışırdı belki ama hayatta her zaman yakışan olmuyordu. Sorguları yapanlar bütün herkesi serbest bıraktıklarını beyan ettiler. Bıraktılar kulübe bozması yerden dışarı. Arkalarına bakmadan kaçmalarına fırsat bile bırakmadan da hepsini teker teker indirdiler. Devlete ihanetin, halka kötülüğün cezası budur işte. Vatana ihanet eden asla affedilemez. Semih de affedilemedi. Yaptığı iç hesaplaşmalarıyla ve öldüğünden haberinin bile olmadığının babasının ardından sonsuzluğa kavuştu.