-“Eee, ne diyorsun?”
Maşrapayı ağzımdan hızlıca çektim ve nemli masanın üstüne koydum. Çalgıcıların çaldığı “Dağ Rüzgârı” bile sesimdeki endişe ve harareti bastırmama yetmiyordu. Beni daha iyi duyabilmesi için masanın üstüne eğildim. Tavrım, beni duymasa bile anlayabileceği kadar netti.
+“İntihar etmek istiyorsan tek başınasın, beni bağlamaz. Gayet iyi kazanıyoruz, niye şansımızı bu kadar zorlayalım ki?”
-“İşte şimdi abartmaya başladın! Bak haritayı inceledim, tamam mı? En ince ayrıntısına kadar kontrol ettim. Güvenli bir rota izleyeceğiz. Neden bir kez olsun bana güvenmiyorsun ki?”
Titreyen gaz lambalarının ışığı altında, köpüğü yavaşça sönmekte olan birama gözlerimi dikip düşünür gibi yaptım…
+“Şu bahsettiğin (ellerimle havada tırnak işareti yaparak) ‘güvenli rotadan’ biraz bahseder misin? Geçen seferki Karkıran macerasının bir benzeri olmayacağından emin misin!?”
-“Bak bana kızgın olduğunu biliyorum ama o rehber bile kopan bacağından senin kadar yakınmadı…”
+“Adama telafi ücreti olarak atımı verdin, ATIMI! Üstelik eyerin üstündeki tüm eşyalarımla birlikte!”
-“O cübbe seni daha yaşlı gösteriyordu tamam mı bu konuyu artık kapatabilir miyiz? Sensiz başaramam biliyorsun. ‘Bir mühendis, bir ruhban…’”
+“’Karanlığa ışıktır parlayan!’ Evet her seferinde aynı şeyi söylüyorsun, bıkmadın mı bundan?
-“Sende işe yarıyor ama?..”
Haklıydı. Gerçekliği tartışılamaz bazı şeyler vardı. Burada, yani Tanalan’da; mühendisler ve ruhbanlar hayatta kalmak için bir arada yaşamak zorundaydı. Krallığı ayakta tutan buydu. Eski Dünyanın kalıntılarındaki teknolojileri ayrıştırarak mekaniği kavrayan mühendisler ve onların ürettiği teknolojilere enerji sağlayan ruhbanlar bir arada çalışırlardı. Krallığın askerî gücü buradan gelirdi. Biz ve bizim gibi ikililer (ki nüfusun %2’sini oluşturmaktayız) ürettiklerini genelde daha fazla üretmek adına bilgi edinmek için ya da paralı askerlere satmak için üretirler. Bir grup daha var ki, onlar direkt olarak krallığa bağlıdır; sadece orduya üretim yaparlar. Aynı zamanda krallığın bağımsız çalışan ikililerden patent de satın aldığı da olurmuş. Özetle tüm mühendis-ruhban ikilileri için bilgi; para ve güç demektir.
Size anlattıklarım, az önceki saçma sloganın bende neden bu kadar etkili olduğunu açıklamıyor elbette. Şöyle ki; mühendisim (ki kendisinin adı Naker’dir) ve ben, Karena adında küçük bir köyde doğduk. Karena, ikililerin başkenti olarak kabul edilen “Oma” şehrinin batı yolları üzerinde bulunurdu. Annem yumurta ve tavuk satardı pazarda, babam ise tahmin edeceğiniz üzere rahipti. Naker’in ailesi ise…
Yüzüme sıçrayan bira ile yerimden sıçradım.
+“Naker…”
-“Kaç dakikadır cevap bekliyorum biliyor musun?”
“Çözüm yüzüme bira fırlatmak mı peki?”
“Çok uzun süredir yerimizde sayıyoruz, büyük oynamalıyız! Hedeflerimiz-”
Dikkatim dağıldı. “Hedeflerimiz…” Bu konuda haklıydı. Gerçekten uzun süredir yerimizde sayıyorduk. Motivasyon konuşmasına başladıktan on saniye kadar sonra içimden derin bir “of” çekerek alnımı masaya vurdum ve dinlemeye o şekilde devam ettim. Endişeliydim. Yıllardır Naker’e abilik ediyordum. Bunda gayet de iyiydim açıkçası. Evet, amaçlarımızı yeteri kadar kovalamaz olmuştuk. Başarısız değildik ama elimizde patlayan birkaç maceramız da olmadı değil. Karkıran da elimize yüzümüze bulaştırdığımız maceralardandı ama o başka bir günün konusu. Yine de bu iş… Büyük bir kumar. Öte yandan Naker’e sahip çıkmak ise… Alnımın akıyla işin altından kalkabileceğimi hiç sanmıyordum. Bunları düşünürken alnımın nemlendiğini hissettim. Buraya oturduğumuzdan beri masa ikinci kez ıslanıyordu.
İkinci kez. Çünkü…
*2 saat önce*
“Opera Harabelerine gitmeliyiz!”
Tavernadaki ölüm sessizliğini bozan tek ses, bira püskürtme sesiydi. Ve bu seslerden sadece biri bana aitti.
Naker’in sözünü ettiği bu yer -yani “Opera harabeleri”- efsane olarak kabul edilen bir yer değildi. Orası dev bir kabristandı. Giden insanlara son günlerinde çiçekler verilir içkiler ikram edilirdi; handa hikayeleri ile anılır kadehler onun anısına kalkardı. Gerçi bu insandan insana da değişirdi, malum; her insan temiz ayaklar ile basmaz hanın döşemelerine. Kimi kanlıdır ayakların, kimi nasırlı. Kimi belde kılıç kını, kimi elde sargı bezi. Eee, kimine yedi kuşak ağıt; kimine yedi top kağıt. Uzayıp gidebilecek bir dizi kelime oyunum daha var ama sanırım siz beni anladınız.
Opera Harabeleri, genelde kumar borcundan kurtulamayanlar, lanetlenenler, ölümcül hastalıklara yakalananlar, başına buyruklar ve aptal gençler tarafından tercih edilen bir boşluktu. Uzay ve zaman arasında sıkışmış, aynı anda hem kavurucu sıcaklıkta hem de dondurucu soğuklukta olabilen, bulunduğu toprakların kilometrelerce çevresinde tek bir ot bitmeyen lanetli bir yerdi. Yani anlatılanlar böyleydi. Genel geçer kötümser güzellemeler. Öyle ki krallık suçluları özellikle oraya sürerdi. Bu söylenti değil kesin bir bilgiydi. Kendi ününün yanı sıra azılı suçluların da oraya sürülmesi ile tehlike kat sayısı oldukça artmıştı.
Hem biramın yarısını ziyan ettiğini hem de en sevdiğim taverna şarkılarından birini böldürdüğü için zaten kızgındım. Şimdi biramın kalan yarısını suratıma fırlatmıştı ve zayıf karnıma iki yumruk atıyordu. Birincisi, onu koruyup kollama konusundaki isteğim ve ikincisi de…
Biraz uzun yoldan anlatayım;
Heybetli atlarının sırtında, parlak zırhlarından Işık nehirleri akan (ki Işık Nehri orta seviye bir büyü mekanik tekniğidir), çeşit çeşit silahlarıyla gösterişlerine gösteriş katan ikililer köyün içinden geçerken bazen alışveriş yapmak için pazarda duraklarlardı. Naker, mühendislerin kuyruğuna takılırdı; ben de ruhbanların. Diğer çocukların aksine maceralarını değil, bilgilerini soruştururduk. Naker hangi metali nasıl işlediklerini, hangi ustanın tasarımlarından ilham aldıklarının sorarken ben de ruhbanlara hangi kaynağa yakardıklarını sorardım. Köyden geçen turistleri rahatsız eden iki çocuğa nasıl davranılıyorsa bize de öyle davranılıyordu tabii. Kimi sever, kimi döver, kimi söverdi.
Bir gün beklemediğimiz bir şey oldu. Ruhbanı karanlık kaynak kullanan bir ikilinin köye geldiğine dair bir ulak yetişti. Varımızı yoğumuzu bırakıp Oma’ya doğru yola çıktık. İki gün süren yol boyunca köyümüzden mor, siyah ve yeşil alevler yükseldi. Oma’ya vardığımızda, tüm ikililerin zihnimizde canlandığı kadar “iyi insanlar” olmadığını anladık. Mühendislerin makineler için kullandığı Karkan Yağını çekip 7/24 kafası uçuk gezen zorbalar, mültecileri Oma’nın kenar mahallelerine sürdü. Kuyu sularına Karkan Yağı karıştırıp mültecilere ateş pahasına temiz su sattılar. Karkan yağı ile yıkanan kıyafetlerin rengi atar, gri ve sarı arası bir renge dönerlerdi. Giydiğimiz kıyafetten bizi ayırt edenler bizi “Alacalılar” olarak etiketledi, çok geçmeden mültecilerin mahallesine “Alaca” denmeye başlandı. Annemin tavukları ile birlikte kümeste yatar, çöpten bulduğumuz taslakları ve parşömenleri Naker ile çalışırdık. Şansımız yaver giderse kütüphaneden de aşırdığımız olurdu. Kaderimiz ta en baştan birbirimize bağlanmış gibiydi.
Kendimize ve birbirimize, kanlarımız ve metalimiz üzerine yemin ettik.
Yapmamız gerekenleri neredeyse tenimizden okunacak kadar özümsedik.
Bize davranıldığı gibi davranmayacaktık.
Alaca’yı kurtaracaktık.
Köyümüze bunu yapanları bulacaktık.
Ve en önemlisi;
Kralın baş ikilisi olacaktık.
Bu yolda ne gerekirse onu yapacaktık ve…
+“Naker yeter ama!”
-“Kendi biramı mı ziyan etseydim?”,
Tekrarladıkça bayatlayan bir ayıltma yöntemiydi ama hakkı var, gerçekten de ayıltıyordu. Yüzüme atmak için istediği birayı bir de benim hesabıma yazdırmış… İntikamım acı olacak…
“Beyler o masanın altını siz paspaslayacaksınız ha! Rica ettim.”
Kim olduğunu anlamamız için yüzünü görmemize gerek dahi bırakmayan tok sesin sahibi Ahar’dı ve kızdırmak istemeyeceğiniz; eli ağır bir kadındı. Kızıl dalgalı saçları, sert yüzü, kolundaki çark dövmeleri (işte tam bir arena hayranı), kalıplı vücudu ve herkesin bildiği üzere garson önlüğünün altında taşıdığı dikensiz gürzü ile tamamen “sıcakkanlı” bir kadındır kendisi. Pastırmalı turtaları ise tüm kuzeye nam salmıştır. Anlayacağınız onun paspaslamamıza dair “ricası” pek de “rica” sayılmaz. Naker deseniz hayatta elini sürmez…
+“Ben halledeceğim Ahar, aklın kalmasın” derken olabildiğince sempatik gülümsemeye çalıştım.
“Halletsen iyi olur şirin çocuk!”
Bir süre gülümseyerek gidişini izledim, sonra yüzümdeki aptal gülümsemeyi kesip Naker’e döndüm, o da henüz görüş açısından tamamen çıkmamış olan Ahar’a gülümsüyordu.
-“Kadın ödümü koparıyor” dedi gülümsemesini sekteye uğratmadan. Yüzünde, sanki bir avın yanlış bir hareketin ölümle sonuçlanabileceğini düşündüğü zamankine benzer bir ifade vardı. Tabii aynı zamanda gülüyordu da. Görüş açısından çıktığında yüzünü bana çevirdi ve beklediğim o soruyu sordu;
-“Şartların neler?”
Esmer yüzünde kalın kaşları tam da aşina olduğum gibi kıvrıldı. Bu kıvrılmanın anlamı şuydu; benim eninde sonunda kabul edeceğimi biliyordu, ama yine de sanki ben bunu kendi isteğimle seçmişim gibi bana şart koşturacaktı. Zekiydi. Uzun yüzündeki blöf kokan bekleme ifadesini takınmakta gecikmedi. Ben onu tanıyorsam o da beni tanıyordu.
+“(Havada sağ el parmaklarımla göstererek) Üç şey istiyorum.”
-“Pekâlâ…”
+“(İlk parmağımı sol el işaret parmağım ile kendime çekerek) Öncelikle özür mahiyetinde üç bira…”
-“Bu tek başına üç şey sayıl-”
+“Oyubozanlık etme de dinle, benden istediğin şey intiharına kavalyelik etmem!
-“Tamaaam tamaaam… Devam et.”
Biraz duraksadım…
+“(İkinci parmağımı da çekerek) İkinci olarak Tulub’u bana geri getireceksin.
-“Buradan Karkıran’a mı gitmemizi istiyorsun, neredeyse tam tersi yön! Ayrıca adamın bacağı gitti bacağı, hâlâ tutturmuş atından bahsediyorsun!
+“(havada tırnak işareti yaparak) ‘biz’ değil, (tekrar havada tırnak işareti yaparak) sen! Ve üçüncüsü…”
Lafımı bölecek gibi dudakları aralandı. Sonrasında gerek görmüş olacak ki dudaklarını ıslatmak içi maşrapasını dudaklarına götürdü. Gözlerimi kapatıp pis pis sırıtarak üç parmağımı da kendime çektim. Kıkırdamamı bastırmayı kesinlikle beceremeyerek ve tekrarlayarak devam ettim;
+“Ve üçüncüsüüü… Ahar’a çıkma teklif edeceksin.”
Ardına kadar açılan göz kapaklarının sesini duyduğuma yemin edebilirim. Daha da kötüsü, üçüncü isteğimi söylerken Naker’in ağzının boş olduğundan emin olmamış olmamdı.
Bu sahneyi görmek için gözlerimi açmama değmişti.
Neyse ki sahada geçirdiğimiz seneler reflekslerimi kuvvetlendirmişti. Son anda oturduğum uzun bankta kendimi sağa çektim. Ne yazık ki, arka masadaki kel tüccar gafil avlandı. Flörtleştiği garson kıza rezil olmuş şekilde (ve elbette oldukça büyük bir sinirle (kel kafası bira ile ışıkta parlayarak)) arkasını dönen tüccara Naker’in attığı gergin gülümseme, benim için intikam kokuyordu. İçimin yağları eridi resmen! Planlayarak yapmadığım bir şeyin, planlanmış halinin olabileceğinden çok daha iyi olması… Bunun özel bir tanımı olmalı.
“Eee” dedim, “ne diyorsun?”
Cevabını vermeden önce kızgın tüccarın gönlünü almak için garsona seslendi. Ondan tüccara bir şişe rom götürmesini ve hesabına yazılmasını rica etti. Her ne kadar bunu tüccarın flörtleştiği garsona sipariş etmesi olayın üstüne tüy dikmiş olsa da en azından iyi niyetliydi. Yani böyle düşünmüştüm. Tüccarın masasından gelen gülüşmeler çok da kötüye işaret değildi. Garson kız bir havlu ve iki bardak ile götürmüştü romu. Kumruların arkamızdaki gülüşmelerini bırakıp Naker’e döndüm.
Giymeye pek de alışık olmadığı lacivert tuniğin manşetini sıvadı ve bileğini ovdu. Tabii ben de onun hareketlerini takip ettim. Havada birbirine çarpan iki avucun sesi, kardeşlik, güzelinden bir macera ve avuç içinde dördüncü derece yanık gibi duyuldu.
İşte bu!
“Anlaştık!”
“Ahar ile bol şans!”