Karanlığın büyüsü, zamanın akıntısı, Tanrı’nın buyrukları… gölgeler her zaman güneşte var olmaz, ay ışığına da bakmalı insan. Aşk, mistik alemin en kralı, en anlamlısı. Aşkın ızdırabı, en mübareği, en şanlısı. Bu aşk denilen meymeneti tatmak; güneşin diri ateşini hissetmek, renklerin bin bir çeşidine vakıf olmakla eş değer. Madem aşkı bu kadar derinlemesine hakimim, izninizle anlatayım. Çünkü ben aşkın avukatıyım, sizlerde tanık.
Bu aşk hikayesinin sanıkları; Mahir ve isimsiz bir kadın arasında. Belki de tamamen tek taraflı bir kuvvet.
Mahir, içine kapanık bazen çok cesur bazen korkar bir herif. Dışarıdan bakıldığında; ukala, kendini beğenmiş bir tipleme olarak gözükse de iç dünyasında yıkık bir adam. Sıklıkla can sıkıntısı derdiyle uğraşmakta. Ne yapsa ne tatsa hemen sıkılıyor. Bu ciddi bir problem. Neden durmaksızın bu duygulara kapılıp gittiğini bir türlü çözemiyor. Bir anlamda veremiyor.
Bir gün yine canı burnunda, sebepsiz bir karamsarlık tutmuş yakasını. Canı bir şeyler yapmak istiyor fakat birisi de yok o gün yanında. Kimi arasa ya açmıyor ya da bir işle meşgul. Gitti en küçük kardeşini süsledi püsledi. ‘’Haydi abi kardeş ufak bir İstanbul turu yapalım.’’ Dedi. Normalde kardeşleriyle aktivite yapmaz, aslında genel olarak pek aktivite yapmaz. Ama o gün ne hikmetse nereden estiyse kendini sokağa atmak istedi. Bu duruma ev ahvali de şaşırmıştı. Genelde konfor alanından çıkmak istemezdi çünkü. Öyle böyle süslen püslen derken evden çıkmaları bir saati bulmuştu. Saat öğleni geçmeye başlamıştı annesi: ‘’Oğlum, geç oldu artık bence yarın erken çıkın, rahat rahat gezin.’’ Dedi fakat küçük kardeş abisinden de hevesli olduğu için annesinin bu yönergesini sıkı sosyal demokratlar gibi reddetti ve abisine veto verdi. Küçük kardeşin bu denli istekli olması Mahir’in yarıda kesilmiş hevesini tekrardan fitilledi ve abi kardeş fiyakalı bir şekilde evden çıktılar. Parfümler sıkılmış, saçlar taranmış… minibüs durağına yürümekteydiler. Çevre sakinleri bu iki yakışıklılara göz kesmekteydiler. Bunun farkında olan Mahir içten içe böbürlenerek yürüyordu, arada da kardeşine ufak şakalarla yola devam ediyordu. Minibüse binip metroda indiler. İlk etapta Kadıköy’den Eminönü’ne geçmekti hedef bunu da azimle başardılar. Vapura ilk kez binen küçük kardeş oldukça heyecanlıydı. Kardeşinin bu kadar mutlu olduğunu gören Mahir, kendini daha huzurlu hissetmişti. Bir ara bir baktı ki; İstanbul’un tam ortasındaydılar. Kardeşine başladı anlatıma; tarihi, yapıları… bu kendince bir rehberlikti Mahir için ve bir an bundan ne kadar zevk aldığını anladı. Vapurdan indiler, ilk istikamet Süleymaniye Camisi idi. Mahir, Süleymaniye Camisinden o kadar çok zevk alıyordu ki, Avrupa yakasına her geçtiğinde muhakkak oraya uğruyordu. Mimar Sinan yapımı, iki deli aşığın mezarının bulunduğu bu camii Mahir’in göz bebeğiydi. Avlusunda hiçbir şey yapmadan oturmak bile ipi kaçmış huzurlara yuvarlıyordu insanı. O koca sütunlar, turistler, görevliler sanki orada bulunan herkes huzurlu gibi görünüyordu, bahçesinde bulunan kediler dahil. Bahçede biraz turladılar, bol bol fotoğrafını çekti kardeşinin Mahir. Her şey güzeldi… sonra kardeşi acıktı, camiden çıktılar. Hemen bir yer buldu Mahir kardeşinin karnını doyurmak için. Oturdular, yediler içtiler… yanlarından geçen insanlar gülümseyerek bakıyordu bu iki kardeşe. Mahir buna bir anlam verememişti fakat sorgulamadı da zaten.
Gün oldukça verimli geçiyordu, sokak sokak geziliyordu İstanbul semtlerinde. Eve dönmeden önce tekrar Kadıköy’e döndüler. Birazda orada turlamaya niyetliydiler. Bir bank buldular orada oturdular sonra tekrardan Kadıköy arazisinde tura tam gaz devam edildi. Ufaklık yaşına rağmen kitap okumayı pek severdi, Mahir’de yarı şairdi zaten. Bir sahaf gördü Mahir, öyle bir sokak arasında alt katta nezih ve soluk bir sahaf. Hemen girdi, kitapları süzdü. Attilâ İlhan’dan birkaç şiir kitabı aldı, kardeşi içinde çocuk kitapları. Sahafçı Mahir ile kardeşini sevmiş olacak ki bir tane de kendisi bir kitap hediye etti. Biraz da sohbet ettiler… Mahir’in ayağı uğurlu gelmiş olacak ki birdenbire sahafçı da bir kalabalık oluştu. Dışarıda kitap seçen kızlar vardı, küçük kardeşi biraz sevdiler. Mahir yüzünde tebessümle olan biteni izliyordu.
Saat geç olmaya başlamıştı. Zaman hızını kaçırmıştı. Ve bu yıla Mahir hem kardeşinin hem de kendisinin çizelgesine yeni bir anı eklemişti. Kardeşinin anısı bitmişti fakat Mahir’in yeni başlıyordu.
Eve yol almak için metronun yolunu tuttular. Kadıköy akşama doğru buz kesmişti. Baktı şöyle bir kardeşine o da besbelli üşüyordu. Ufak ellerini tuttu, cebine iliştirdi. Sonra kafasını kaldırdı yabancı yüzlere baktı Mahir, herkes üşüyordu. Kimisi soğuktan, kimi nefretinden. Metroya indiler, sırat köprüsü gibiydi adeta. Kalabalık o denli fazla. Mahir bunaldı, gözlerini devirdi. Kalabalıktan nefret eden bir yapısı vardı. Sonra sekizli vagon geldi, ortalardan bindi. Herkes yer kapmak için birbirini ezecekti. Mahir kardeşini aldı kapının oraya ilişti. Başladı yolculuk. Duraklar geçtikçe kardeşinde mırıldanmalar başlamıştı: ‘’Abi ne zaman varacağız. Çok yoruldum. Oturmak istiyorum.’’ Oturmak istiyordu ama oturacak yer yoktu ki. Sonra metronun aynasında kendine bakan gözlere dikkat kesti Mahir. Hiçbir yerde rast gelmediği, eşsiz iki göz onu kesiyordu. Asık suratı bir anda renkten renge girdi. İlk önce yansımanın yanıltıcı kırılmasıdır diye düşündü fakat biraz daha zaman geçtikten sonra anladı ki bu kız resmen Mahir’i izliyordu. Mahir’in fark ettiğini görünce de gözlerini kaçırıyordu. Mahir kızı süzmeye başladı. Üzerinde toz pembe şişme bir mont, boynunda çizgili atkı, kulağında kulaklığı. Tek değildi yanında bir başka arkadaşı daha vardı. Tabii bunlar olurken de küçük kardeş hâlâ isyanlardaydı. Sonra kızın arkadaşı indi, yanı boşaldı. Mahir kardeşine: ‘’Hadi git otur.’’ Dedi ama ufaklık utancından oturmadı. Mahir bütün odağını kıza yöneltmişti belli ki kızında bütün odağı Mahir’deydi. Mahir kızın hemen başucunda ayaktaydı, kız telefonuyla uğraşıyordu. Telefonundan hesabına giriyordu durmadan, profilinde dolanıyordu telefonu da çaprazlama tutuyordu. Mahir ismini görmeye uğraştı, göremedi. Sonra içinden: ‘’Oğlum saçmalama, tacizciler gibi ne yapıyorsun?’’ bakmaktan vazgeçti. Yanlış bir şey sonuçta böyle dikizlemek. Hem de ne malumdu bu kızın Mahir’e ilgi duyduğu. İşte tam da bu düşünce büyük bir fiyaskoya gebeydi. Duraklar geçmekte, her peron sonu kaçınılmazı doğurmaya sancıydı.
Ve ineceği durak geldi o kızın. Ayağı kalktı, Mahir kardeşini oturttu yanına da usulca kendi oturdu. Kız birden arkasını döndü, küçük kardeşe gülümseyerek el salladı, sonra Mahir’e baktı gözlerinin içine içine sanki bir şey söylemek istermiş gibi. Mahir gülümsedi, başını salladı. Kız da gülümsedi, başını salladı. Sonra metronun kapısı açıldı, kız indi sağa doğru gitmek için hamle yaptı sonra bir kez daha arkasını döndü Mahir’e baktı, Mahir bir kez bile gözlerini ondan ayırmadı. Sonra tekrar gülümsedi kapı o an henüz kapanmamıştı. Mahir inmemek için zor tutuyordu kendini. O an yaşananlar sanki bir filmden sekanstı. Kapı kapandı, kız sola doğru gitmek için yöneldi sonra tekrar fikrini değiştirdi sağa yöneldi ve bir kez daha baktı. Kapılar kapanmıştı. Mahir içinde sızlayan bir sancıyla yerinde duramıyordu o an o kızı kaybettiğini anlamıştı neden bakmamıştı ki adına neden. O anki pişmanlığı yüzünden camları patlatacak kadar şiddetliydi. Bir durak sonra inip ona giden istikamete gitmek istiyordu onu bulmak, ama küçük kardeşi çok yorulmuştu koltuğa oturur oturmaz mayışmıştı. Hem de ne malumdu bulacağı. Mahir’in eli kolu bağlanmıştı. Dönülmez bir yoldaydı. Yan koltukta oturan yabancılar bile durumu fark etmiş Mahir’e bakıyorlardı. Mahir hem yüzünde engel olamadığı bir tebessümle hem de acıyla oturuyordu. Kafasında hemen tasarladı planı. Yarın ilk tekrar buraya gelecekti. Kızın indiği durağa Soğanlık’a. Ertesi gün cidden planladığı gibi yaptı nereden baksan üç saat orada oturdu. Metrodan inen insanların hepsine gözlerini dikmiş bakıyordu ama o yoktu. Bir hafta sonra tekrar gitti, bekledi gözleri yine onu aradı ama bulamadı. Bu durum böyle döngüye girdi ancak o kıza ulaşamadı. İçinde tarifsiz bir kederle, rengi atmış deri ceketiyle evin yolunu tutuyordu günün sonunda hep. Bunca şeye rağmen hâlâ içinde anlamsız bir iyimserlik, onu bulacağına dair bir ümit vardı. ‘’Bugün değilse yarın.’’ Diyordu. Hep diriydi geleceğe dilekleri, kalabalıkta gizliydi duaları. Her ne kadar bunları da tasavvur etse de ona hiçbir zaman ulaşamadı. Soğanlık civarında oturan bütün arkadaşlarıyla konuştu, hatta Soğanlık durağında indi dolaştı sağ sola baktı, yoktu. Sosyal medyadan Soğanlık’ta oturanlara baktı, yine de ona rastlayamadı.
Belki de o üç saattin sonunda o kız bir sonraki vagondan inmişti, belki de o da göz kestiriyordu her defasında sağ-sola. O da pişmanlık yaşıyordu belki, kim bilir?
Bu olayın üzerinden iki yıl geçti, hep düşündü. İstemsizce başka kadınlarda onu aradı, bulamadı. Nasıl bulacaktı ki? O kız bambaşkaydı, bambaşka. Acaba şimdi görse tanır mıydı onu? İlk görüşte aşka inanmayan Mahir, hiç konuşmadığı o kızı deliler gibi aradı. Her gece kapayıp gözlerini o isimsiz kadını tahayyül ediyordu. Gözünün kanadında onun o gülümsemelerini şaşkınlıkla bir sağa bir sola gidişini sonra son kez Mahir’e bakışını. Hicran sancısı sarmıştı ruhunun bahçesini, poyrazlar Kadıköy soğuğuna kafa tutarmışçasına hiddetli, her dilek onun peşinden bir köleydi.
Ve o kadından geriye kalan sadece bu şiir oldu:
Her an seni düşünmek
Gecelerin maiyetinde düşlemek
Hürriyetimi egale edip raylara değişmek
Tanrı’nın gözetiminde dehlizlerine dalmak
Gözlerinden serseri kurşun yedim
Kaybettiğim durakta seni bekledim
Ruhum hayalinle abluka içinde
Absürt tiyatronun başrolündeyim
Ve hiç tanımadığım sana aşığım
Sei dolorosamante bella (acı verecek kadar güzelsin)
Efsunlandı zihnimin dört bucağı
Nihayetinde durmasına sebep oldu yazgımın
Hiçliğin hüküm günüydü anılarım
Ve bir davar gibi anlarım ervahın yokluğunu
Senaryolarda yazılı yaşadıklarım
Sinema perdesinden taşmış bakışlarımız
Evvela seni kaybettim Soğanlık içinde
Yansımam kaldı her şeyden geriye
Ki böyle güzellik anca bir anlık
Kaybettiğimde buldum gerçek seni artık
Nereye saklandın, anlamadım
Bir şarkıda mısın
Yoksa
Fevkalade bir filmde mi
Belki
Kısa bir şiirde mi
Sei dolorosamante bella
Ama bir tek beni acıtmaz
Ya da
Güzelliğinin sarhoşu bedenim
Hissetmem pişmanlıktan başka bir şey
Gecelerin aklı fikri ben de
Ve bir hırkaya saklı esvetim
Ağırlaşan bulutlar mı
Yoksa
Düşünceler mi
Sei dolorosamante bella
Düşmüş melekten hallice sarhoş kalbim
Büzüşmüş beynimdeki her asit
Ve gözümde bozulmuş anıların hatırası
Parça parça düşüşte
Kimsecikler görmezken kanatların
Tutundum hayat ağacının dalına
Ve unuttum ne istediğimi
Saatler kolumda yabancı
Tarihler duvarda emanet
Derdimde isimsiz gözlerin
Aşkına dudaklarım
Attım kendimi denizlere
Ki eski zamanda kaldı aşk
Müze de unutulmuş eski taş
İşte aşkta kaldı metronun demirinde taş
Sanma tutmadım her üflediğimde muma dilek
Hatta her gece bekledim Tanrı’yla sohbet
Gökten tuttum matemin havasını
Ve sana yolladım huzurun yıldızını
Sei dolorosamante bella
Güzelliğin dün gibi aklımda
Umutlarım her gece intiharda
Ara sıra kalbe dolan inanç gibi
Yükselip alçalıyor günlerim
Unutuyorum zamanla kahve gözlerini
Tut yakamdan bir gün
Sıkı tut bırakma
Hesap sor bana
Peşkeş çeken avutan bahanelere
Ve tut ki beni
Kaybetmesin kör kalbim
O taçtan ve altından saltanatını
Ahmet Mert Yılmaz