Onu tekrar gördüğümde bir eylül akşamıydı. Saçlarını kestirmiş, kulaklarının arkasına atmıştı. Yalandı bu, biliyordum, saçlarını asla kulaklarının arkasına atmazdı o, onu tanıdığım yirmi yıl boyunca hiç saçlarını kulaklarının arkasına atmamıştı. Ya da küpelerine ne demeli? Altına alerjisi vardı. Bunu biliyorum, çocukken ne zaman altın rengi bir şey görse çığlık atar ve saklanırdı. Ona bakıyorum ama onun o olmadığından eminim. Saçlarımızı hiçbir zaman kulak arkasına atmayız biz. Altın da sevmeyiz. Ne yaptığını sanıyor bu?

Karşılıklı duruyoruz ama bana bakmıyor bile. Bense gözlerimi ondan ayıramıyorum. Papaz duayı okuyor. Soğuk bir eylül akşamı. Karalar içinde herkes- bazısı ağlıyor. O da ağlıyor. Babam da ağlıyor. Ben de ağlıyorum. “Çok iyi insandı, çok sevgili bir anneydi.” Bu da yalan. Ama bunun önemi yok ne de olsa öldü ve ölenin arkasından ne istersen diyebilirsin. İstersen onun bir balık olduğunu söyle ya da bir kasımpatı bu onun öldüğünü değiştirmez. Ağlamıyorum aslında. Herkes ağlıyor ama. Muhterem annemiz muhterem toprağa indiriliyor. Gösteri bitti. Yanıma geliyor ve sarılıyor bana, göz yaşları omzumu ıslatıyor. Benim saçlarım omzuma düşüyor, onunkilerse kulağının hemen arkasında. Benden ayrılıyor ve babam sarılıyor ona. Sonra başka bir adam sarılıyor bana, bu adamı daha önce iki kez gördüm. Biri annemle beraber bir arabaya binerken diğeri mahkeme salonunda. Aynı gün müydü bunlar? Hayır, aralıklı olarak.

Ben seslenmiştim ve annem dönüp bakmıştı ama görmemişti beni ve binmişti siyah Corolla’ya. Bu adam da bakınmıştı etrafa ve o da binmişti ve gitmişlerdi ben arkalarından bakarken. Mahkemeden önce miydi bu, sonra mı? Bunu hatırlamıyorum, zamanı kafamda yerleştirmek güç. Mahkeme gününü hatırlıyorum, bütün o şimdiki gibi karalar giymiş insanları sanki bir cenaze varmış gibi. Annemin ve babamın ve ailemizin cenazesi. Benim ve Kara’nın cenazesi. Annemin yanı başında duruyor bu adam elinde bir siyah çanta, deriden, pahalı görünüşlü. Annem pahalı görünüşlü bir siyah etek giyiyor babamsa her zamanki gömleğinde ama böyle yapmamalıydı yoksa ikimizi birden kaybedebilirdi böyle demişti avukatı ona ben de yanındaydım o sırada ve hemen beni dışarı çıkarmıştı ben duymayayım diye ama duymuştum işte duymuştum ve duymazlık edemezdim. Kara’ya söylemedim bunu, orada öğrendi, bir sürü yetişkinin arasında. Anneye bir çocuk babaya bir çocuk. O da yargıcın babama acımasından dolayıydı. Bize sordular, kimi istersin? Babamı istedim ben, Kara ise annemi. Adil bir anlaşma. O sıralar ikimizin de saçı omuza dökülüyordu. Bizi karıştırmaları normaldi. Böylece ben babama gittim ve Kara da annemle gitti. Gece evde ilk defa yalnız uyudum o gece ve bir türlü sabah olmak bilmedi çınladı çınladı beynim ve ağrıdan bayıldım sabaha karşı.

Adam geliyor bana sarılıyor, ben ellerimi bile kaldırmıyorum, öyle ki sanki cenazede yatan benim. Babamın elini sıkıyor, ne kadar medeniler böyle. Geçen sekiz yılda bir şeyler değişmiş demek ki babam da değişti tabi Kara da değişmiş ama hayır o değişemez onunla alakalı hiçbir şey değişemez çünkü o demek ben demek ve ben değişmediğime göre onun da değişmeye hakkı yok hakkı olamaz yalnızca bir yalancı olabilir onun yerinde şu an insan kendi ikizini tanımaz mı? Elimi tutan el ona ait olamaz, gözlerime bakan gözler onun değil, tanrım bu hangi düzenbazın işi böyle? Elimi çekiyorum, anlamaz bir şekilde bakıyor bana ama bir şey demiyor, ya, diyorum, gerçek Kara olmadığını bildiğimi anladı.

Gerçek Kara’yı en son ne zaman gördüğümü düşündüm. Galiba üç yıl önceydi belki yine bir eylül akşamı. Bizi iki yana çekip götürdüklerinden beri iki farklı şehirde büyüdük ama hep ortada buluşmasını bildik. Ortada buluşabileceğimiz bir alışveriş merkezi vardı tam iki şehrin arasında yolun ortasında. Alışveriş merkezinin sineması, atari salonu ve kahve evleriyle barları. Her hafta sonu orada yaşardık anne ve babamızı deli ederdik bundan birbirlerini suçlarlardı ve daha çok nefret ederlerdi ötekinden. Alışveriş merkezinde büyüdük alışveriş merkezi de bizimle beraber büyüdü üç yıl öncesine kadar o zamandı ki kapandı sonunda ve biz tekrar evimizden olduk. Artık ortamızda bir şey kalmadı yapamadık biz de buluşmayı beceremedik. Ama zaten ayrılmıştık ve eskisi kadar sevmiyorduk bizi, sevmiyordu beni acaba niye?

Çalıştığım yerden izin almıştım cenazeye gelebilmek için ama şimdi arıyorlar ve diyorlar ki kaybınız için üzgünüz ama hemen gelmek zorundasınız. Gideyim mi diyorum git diyorlar iyi, daha fazla kalmak istemiyorum zaten orada, o sahtekarın yanında. Timsah gözyaşları sel olup götürmüş cenazeyi ve yakında annemi bile su yüzünde bırakacak kadar yükselecek. Depoya gidiyorum tutuyorum tutulması gereken raporları ve dönüyorum eve.

Mutfakta oturan o yabancı insan. Beni görünce ayağa kalkıyor ve sarılıyor tekrardan. “Seni çok özledim” diyor bana. “Seni ne kadar özlediğimi bir bilsen.” Cevap vermiyorum çünkü onun Kara olmadığını biliyorum babamı bu sahtekar konusunda uyarmalıyım. Ama bakıyorum ki aldırmıyor o, tanımıyor kendi kızını tek yapması gereken şey ikimize bakmak ve ne kadar benzemediğimizi görmek. Oysa aynıydık tıpatıp aynıydık o kadar aynıydık ki bir aynanın iki yüzü gibiydik eskiden suratımızda çiller varken ve saçlarımızı iki yandan örmeyi severken. Bizi ayıramazlardı koşardık sürekli yan yana sokaklarda ve atari salonlarında. Birlikte uyurduk birlikte uyanırdık aynı rüyayı görürdük ve aynı şeyleri anlatırdık sabah olunca. Bu kadarı olamaz, benden onun Kara olduğunu düşünmemi bekleyemezler, onu tanıyorum ben yüzündeki her bir çili tanıyorum gözlerindeki her bir beneği biliyorum ve saçlarının her teline kadar kokluyorum ki bu Kara değil, olamaz da. Ama madem öyle olduğuna inanmam isteniyor, foyası ortaya çıkana kadar oynayacağım bu oyunu.

Yemeğin etrafında oturuyoruz babam her zamankinden daha bitik, başı öne eğik ama arada bir mutlulukla kaldırıyor gözlerini ve ikimize birden bakıyor ellerimizi avucunun içine alıyor ve öpüyor bir yandan diyor ki “Kara… Sara…Ah, güzellerim, güzel çocuklarım.” göz ucuyla bakıyorum, sahte Kara’nın gözlerinde güller açıyor- ne yalan ne iğrenç bir şey bu yaptığı, öyle ki hemen şu an kusmak istiyorum. “Annenizi sizin kadar ben de sevdim…” ve başlıyor tekrar ağlamaya babam. Sarılıyorum, o da ağlıyor bir köşede ve bize sarılmaya çalışıyor, itiyorum. Anlam veremiyor ama ona sus işareti yapıyorum, seni biliyorum dercesine, seni biliyorum, biliyorum seni, yaptığın bu sahtekarlığı. Babam gidiyor ve mutfak dolabında sakladığı bir resmi gösteriyor bize, gizlemiş onu oraya. Ben annem babam ve Kara. Gizlemiş onu ki ben babamı fotoğrafa iç çekerken görüp üzülmeyeyim diye. Bak işte burada da belli, alakası yok Kara ile şimdi yanımda duran kızın. Bu fotoğrafı anımsıyorum boşanmalarından iki hafta önceydi bize ayrılmadan önceki son güzel günlerini yaşatmak için bir ev kiralamışlardı bir dağın tepesinden ve o dağın tepesindeki gölün hemen yanı başından. Sen hatırlamıyor musun? Hemen yüzü düşüverdi Kara’nın, hatırlamıyor işte besbelli. Uzaklaşıyor babamdan ve benden karşı koltuğa oturuyor. Ben övünçle uzatıyorum elimi ve gösteriyorum bakın, şu eski tekne. O tekne, evet, göle açıldığımız, tekneden çok bir sal, ancak dört kişi binebilirdi eh zaten fazlasına da gerek yoktu.

“Tamam” diyor sahte Kara, “bence yeterince gördük o fotoğrafı.”

“Ne oldu?” diyorum. “Hatırlamıyor musun?”

“Hatırlıyorum tabi.”

“Ya, hatırlıyorsan söylesene ne oldu o gün?”

“Söylemek istemiyorum.”

“Haydi söyle, hatırlıyorsan söyle.”

“Hatırlıyorum tabii, ama söylemek istemiyorum, gerek yok.”

Babam fotoğrafı kaldırıyor, omzuma dokunuyor. “Getirmemem gerekirdi bu fotoğrafı, üzgünüm.”

“İyi ki getirdin babacığım,” diyorum sesimde övünçle. “O günü daha iyi hatırladık.” Sahte Kara bana kocaman açılmış gözlerle bakıyor. Biliyorum seni biliyorum o olmadığını biliyorum.

Sahte Kara odamıza gitmek istediğini söylüyor, benden izin alır gibi bakıyor- tabii, diyorum ama elbette bulamıyor odanın yerini koridorda dolanıyor. Babam keşke bunu da görse bu boş gözlerini görse. Odaya giriyoruz her şeye elliyor çek ellerini onlardan!

“Neden bana karşı bu kadar düşmansın?”

Neden peki sence neden?

“Hala onu mu düşünüyorsun?”

“Neyi?”

“Sana söyledim, affettim seni, sen de beni affet.”

“O kadar kolay değil bu.”

“Ne yapmamı istiyorsun? Tanrım, annemiz öldü, biraz olsun kalbin yumuşayamaz mı?”

“Benim kalbimde bir sıkıntı yok. Ya da sen söylemek ister misin ne var kalbimde ne de olsa bunun okulunu okudun.”

“Kalbinde olanları ben bilemem.”

“Ama hayır önceden birbirimizle ilgili her şeyi bilirdik hem de her düşünceyi bile. Kalbimi de biliyor olman lazım ne de olsa bunun okulunu okudun.”

Kara sustu. Bir yutkunuş sesi çıkardı. “Affet beni, lütfen.” Ve tekrar sarılmaya çalıştı. Bu sefer ona izin verdim sarılsın. Hatta ben de sarıldım. Keşke gerçek olsaydı da gerçek Kara’ya sarılabilseydim.

O gece uykumun yarısında uyandırdı beni Kara, bunu hep yapardı biz küçükken. Örtünün altına bir çadır kurar ve oyunlar oynardık sabaha kadar sonra anne babamız merak ederdi neden uykusuz kaldığımızı ve sürekli esnediğimizi. “Geceleri uykunuzu çalan bir düş perisi mi var yoksa?” derdi annem.

“Düş perisi düşleri çalmak için gelmez ki, onları vermeye gelir.”

“Peki o düşleri kimden aldı dersin? Geceleri uyumayan çocukların zihinlerinden toplar ya. Uyumazsanız bir daha hiç düş göremezsiniz.” O geceden itibaren uyuduk korkuyla. Biraz daha büyüyünce de uyandırmaya başladı beni Kara, erkek arkadaşına gitmek için evden kaçacaktı ve annem odaya gelirse yanında yattığımı sanması için saçımı kabarık olacak şekilde toplamamı isterdi. Yapardım bunu ve yakalanmazdık hiçbir zaman. Ama bir keresinde ben gitmek istemiştim ve annem yakalamıştı beni çünkü Kara saçını toplamayı unutmuştu. Bunun için kızmıştım ona galiba başka bir şey hatırlamıyorum. Annem de kızgındı bana ve çıkamadım evden on beş gün ve gece ama bu sorun değildi çünkü cezamın yarısını Kara ile değişmiştim. Öyleyse bu yüzden kızmadımdı ona.

Sahte Kara gece geldi yanıma ve çığlık attım. “Git buradan!”

Beni susturdu, yorganın altına girdi. Korkudan tir tir titriyordum. “Benim, merak etme.” Sakinleştim. “Benim.” Bu bana yetmezdi. “Hey, yanımda ne getirdim?” Avucunu açtı ve bana gösterdi ortasında duran kırmızı jetonu. Önce anlamadım, ama sonrasında anımsadım. Gittiğimiz alışveriş merkezindeki oyun salonunun jetonuydu bu ama kırıktı. Öylesine bir jeton da değil, bu jetonu kazanmak için üç ay uğraşmıştık. Bununla istediğimiz en büyük hediyeyi bile alabilirdik. Ama bir tane vardı ve biz bölüşemeyeceğimiz bir hediye istemiyorduk. O zaman jetonu ikiye kırmıştık ve elimizde bize verilen tek hediyenin üç ay boyu uğraş oluşunu kabullenmiştik.

Ah, bu sahtekar çok iyi, çok çok iyi. Demek bu jetonu da buldun ha, kardeşimin yarım jetonunu?

Elimi uzatıyorum ve jetonu alıyorum, parmaklarımla inceliyorum. Yok, aynısı değil. Bir kopyası belli ki. Gülümsemeye çalışıyorum, onu en savunmasız olduğu yerde haklayacağım.

“Rüyamda ne gördüm biliyor musun?” diyorum. Bilmesi gerek çünkü sözde ikizim o benim. Rüyalarımı hep bilirdi. Ama iki yana sallıyor başını, kısa saçlı başını artık eskisi gibi tıpatıp aynı değiliz. Merakla bekliyor anlatmamı. “Bilmiyor musun?” Merakı artıyor ama önemli olan şeyin bu olmadığını anlayamıyor. “Göldeydik.” diyorum. “Teknede.” Susuyorum, düşen yüzünü seyrediyorum. “Hava pusluydu ama ılıktı. Seninle kavga ediyorduk ve suya düşüyordun.” Açık bir şekilde rahatsız olmuştu şimdi. Gerçek Kara olsaydı bunun bir rüya olmadığını, gerçekten yaşandığını söylerdi ama bu sahte Kara bunu rüya sanıyor besbelli.

“Kurtuluyor muydum peki?” diye soruyor. İşte! Sırf bu sorusu bile yeterli bir kanıt. Keyifleniyorum.

“Evet, hemen bir sonraki dönemeçte ortaya çıkıveriyordun.”

“Güzel,” diyor “sevindim.”

Ona bakmayı sürdürüyorum. Yüzündeki hiçbir şey tanıdık gelmiyor. Ne karanlıkta bir gölge halinde yüzüne düşen kirpikleri ne dudaklarının taze kıvrımları ne saç uçlarının birleşme noktaları hepsi yabancı. Rahatsız oluyorum. “İzin verirsen uyuyacağım.” diyorum. Peki diyor ve gidiyor yatağımdan ve odamdan çünkü artık bu ne ortak yatağımız ne de ortak odamız.

Sabahleyin hemen işe gidiyorum kahvaltı bile etmiyorum çünkü yüzünü görmek istemiyorum ne onun ne ona inanan babamın. Babam da zaten pek bir saftı hep, annem gittikten sonra yaşlı bir adam gibi koltuğunda büzüldü, büzüldü ve çirkin bir yaratığa dönüştü. Ona acıyamıyorum bile, hele şimdi, hiç. Depoya gidiyorum ve ürünler önümden geçtikçe tutuyorum sayılarını. Bunlar basit, sıradan, Kara’nın okuduğu işler gibi karmaşık ve kafa yorucu değil. Sana söyleneni yapıyorsun ve sayıyorsun sadece. Her şey düzenli ve olması gerektiği gibi. Elimde bir defterle tüm depoyu geziyorum ve işaretliyorum. Düzen var, karmaşa yok, onun karmaşık konuları gibi değil benim ilgilendiğim konular. Zaten belki de ilk ayrılığı burada yaşamıştık. Alışveriş merkezi kapandıktan sonra hayatlarımızı birleştirecek hiçbir şey de kalmamıştı. Her hafta sonu olan buluşmalarımız gittikçe iki haftada bire, sonra ayda bire düştü ve iki yıl önce de kesildi. Bu sorun değildi çünkü artık birbirimize benzemeyi de bırakmıştık zaten. Ne aynı konuşuyorduk ne aynı giyiniyorduk. Onun üzerinde hep pahalı kıyafetleri oluyordu, şık spor ayakkabıları ve özenli çantaları. Bunları kıskanmıyordum gerçekten kıskanmıyordum yani önceden olsa zerre umurumda olmazdı ama babamla yaşarken ve evden eşyaların sessiz birer fare gibi gidişini görürken ve sonunda evin de diğer bütün her şey gibi satılıp benden koparılıp götürülüşünü izlerken bir arabanın arka penceresinden bunlar yavaş yavaş umurumda olmaya başlamıştı. Elimde yavaş yavaş yitip gidişini izlediğim bir baba kalmıştı geriye ama Kara’nın elinde her şey vardı Kara her şeye sahipti güzel kitaplara, güzel bir arabaya, güzel bir eğitime, güzel bir eve ve güzel güzel güzel bir anneye.

Babam işyerini aramış, akşam şu adrese gelmemi istiyor ve güzel bir şey giymemi diliyor. Güzel bir şey giy, derken bile rahatsız oluşunu hissediyorum ki bu emir de ona yukarıdan gelmiş. Eve gidip üzerime “güzel” bir şey giyiyorum ve o adrese gidiyorum ama anlıyorum ki ne giyersem giyeyim bu adres için yeterince güzel olamayacağım. Beni kapıda karşılayanlar da böyle düşünüyor olmalı, sessizce fısıldadıklarını hissediyorum. “Yeterince güzel değilsiniz.” Ben de başımla onaylıyorum onları “Cehennemde yanın.” ama onların ne suçu var onlar da emir kulu, yeterince güzel olmayanları almıyorlar demek ki içeri. Beni bir şans aldılar da asansöre kadar yanımda eşlik bile ettiler belki hiçbir şeye dokunup çirkinliğimi geçirmemem için uğraştılar.

Yüksek katlı bir binanın teras katında bir restoranda oturuyoruz. Ben, babam, Kara ve annemizin kocası yani onun üvey babası- onun, benim değil. Kara beyaz bir elbise giymiş, altın küpeleriyle oldukça şık. NE YAPIYORSUN HEMEN ÇIKAR ONLARI SEN ALTINDAN NEFRET EDERSİN. Ama o altın küpelerin içinde oldukça rahat duruyordu. Herkes bugün bu masada oldukça rahat duruyordu belki babam hariç ama rahat durmamaları gerekirdi ortada ölü bir kadın vardı ve şimdi biz de onun bedeni üzerinde yemek yiyorduk. Acaba nasıldı şu an tabutunun içi, karanlık, nemli ve korkunç. Annemin hiç hoşuna gitmeyecektir bu ve kaçacaktır oradan evet eminim öyle yapacaktır kaçacaktır hep yaptığı gibi şimdiye kadar geride her şeyinin yarısını bırakarak.

“Bizi yemekte ağırlamanız ne büyük incelik.” Babam ondan nefret ediyor biliyorum nefret ediyor ondan nefret etmeli ben ediyorum kravatını yeni mi almış? Yeni kravat alacak paramız varsa bana neden yeni bir ayakkabı almıyor ya da rapor yazmaktan gözlerim bozulduğu için yeni bir gözlük?

“Ne demek, karımın ailesini daha yakından tanımak isterim, şimdi aramızdan ayrılmış olsa bile.” Tabii benden önce kiminle yatıyordu tanımak isterim demiyor ama böyle şık sözcükler buluyor. Babamla onlar da asla benzemiyor yoksa benziyorlar mı? Kara onların bu benzersizliği hakkında ne düşünüyor acaba bunun hemen farkına vardı mı yoksa benim gibi adamı dördüncü defa görmesi mi gerekti? Kara, kısa saçlı başını iki yana sallamayı bıraksa da keşke bu gülünç manzarada bana katılsa. Ama hayır, altın küpelerini sallamayı kesmeyecek. O iğrenç altın küpeler, annemin küpeleri. Hayır, olamaz, bu sahtekar annemin altın küpelerini takıyor hayır, çıkar onları çıkar! “Çıkar onları!” elimi uzattım ve kulaklarına uzandım. Babam da o adam da ayağa kalktılar ve beni durdurmaya çalıştılar. “Bu bir sahtekar!” diye bağırıyorum avazım çıktığı kadar ve beni asansöre kadar geçiren adamlar bile pişman oluyor benim bu çirkinliğin buraya girmesine izin verdikleri için. “Kara değil o” diyorum “Kara değil o, hepinizi kandırıyor, o bir sahtekar!” Beni yakalamaya çalışıyor garsonlar ama onların elinden kaçıyorum, herkesin elinden kaçıyorum ve terasın arka tarafına doğu koşuyorum. Burası karanlık ve yüksek. Sahte Kara arkamdan gelmiş bağırıyor.

“Dur ne yapıyorsun neden böyle yapıyorsun?”

“Benden uzak dur!” Ama durmuyor, eline vuruyorum ağlayarak yere kapanıyor. Beyaz elbisesi yerdeki taşların üzerinde büzüşüyor. “Yalancı olduğunu biliyorum sahtekar olduğunu biliyorum. Daha en küçük bir anımızı bile hatırlayamıyorsun sen.”

“Neyi?”

“Tekneden düşüşün. Dağın tepesindeki gölde. Hatırlayamıyorsun işte onu.”

“Tekneden ben düşmedim.” Diyor. Birden ciddi. Ayağa kalkıyor. “Tekneden düşen sendin. Hatta düşmedin, kendini attın. Çünkü bana hala kızgındın.”

“Hayır, tekneden Kara düştü, böyle biliyoruz. Babam da böyle biliyor ben de.”

Sahtekarın gözleri düştü, derin nefeslerini görebiliyorum. “Benim kim olduğumu düşünüyorsun?”

“Kara’sın sen dedim. Ama değilsin, şimdi de kabul ettin işte. Kara değilsin.”

“Evet doğru, Kara değilim. Sara’yım.” Bana doğru yaklaştı eli sakinleştirmeye çalışarak önünde. “Kara olan sensin. Tekneden göle atlayan sendin. Bir akıntı aldı seni ve götürdü seni öldü sandık ama ertesi sabah baygın bir şekilde ormanda bulduk. Çok korkmuştun ve ağlıyordun bu yüzden bundan bir daha hiç bahsetmedik.” Ne diyor bu? “Kara.” Neden kendi ismini tekrarlayıp duruyor? “Kara.”

“Hayır.”

“Tamam, bu sorun değil.” diyor bana gittikçe daha çok yaklaşarak. Arkamı görüyorum ve arkam yüksek, dağın olduğu gibi yüksek ve karanlık göl gibi boşluk her an atılmaya hazır bir heyecan var içimde. “Eskiden oynadığımız oyunlardan dolayı aklın karışmış o kadar.” Evet oyunlar evet yapardık bunu birbirimizin yerine geçerdik hep benim cezamı o alırdı ve onun cezasını ben alırdım yapardık bunu. “İstersen içeri gel de gerçekleri yerine oturtalım.”

“Ben Sara’yım babam beni öyle biliyor ve öyle çağırıyor beni.”

“Sorun değil, onun da aklı karışmıştır.”

“Mahkemede, hangimiz annemi, hangimiz babamı seçti?”

“Bunun ne önemi var?”

“Merak ediyorum, cevap ver bana lütfen. ”

“Hatırlamıyorum, galiba babamı seçmiştim.” Bir an durup bana bakışını izliyorum. “Haydi gel, içeri gidelim.”

“Bütün hayatımı bu seçimime göre yaşadım. Yaptığımı düşündüğüm bu seçime göre. Ama karıştırmışlar bizi, saçlarımız omzumuza düşüyordu çünkü ikimizin de. Ve ben birden Sara oldum, Sara olarak yaşadım. Merak ediyorum,” diyorum bozuk bir plak gibiyim. “Eğer buradan atlarsam atlayan ben mi olurum, Sara mı?”

“Eğer atlarsan ben de atlarım ve böylece Kara da ölmüş olur Sara da.” Hadi oradan beni iyice kandırmaya çalışıyor bu utanmaz şeytan.

“Sana hala inanmıyorum. Sara ya da Kara, sen benim ikizim olamazsın.”

“Deneyelim istersen.” Yanıma geliyor, elimi tutuyor. Ona izin verirken buluyorum kendimi. “Şimdi senden özür dilediğimi söylüyorum. Sara Kara’dan özür diliyor. Eğer sen Sara isen benden özür diliyorsun. Ve ben seni affediyorum. Anlaştık mı?”

Aşağıdan bir rüzgar esiyor. Uçtayız, binanın ucunda. Soğuk burası. Aşağısı sıcacık olacaktır. Elini tutuyorum kardeşimin. İkimizi de gölün dibine çekiyorum.