Sevgi nerede? “Şey, pardon hanımefendi! Bir bakar mısınız, sevgi nerede acaba?” “Hangi Sevgi?” “Aslına bakarsanız nasıl bir şey olduğunu ben de bilmiyorum ama yıllardır onu arıyorum. İlkin başkaları konuşurken çalındı kulağıma. Birtakım adamlar ve kadınlar birbirlerine “Seni seviyorum!” deyip duruyordu orada burada. Küçücük çocukların bile diline pelesenk olmuştu bu laf. “Seni seviyoyum anne, baba, Efe… Bir de dinazooooorrrr, en çok da dinazorları seviyoyum.” “Çattık sabah sabah, hadi kardeşim hadi!” “Esasında kardeşler de sever birbirini, siz beni seviyor musunuz? Eğer sevmiyorsanız rica edeceğim bana bu şekilde hitap etmeyin, kafam karışıyor, hislerim birbirini itekliyor.” Son söylediklerimi duymadı kardeşim. Duysa severdi belki. Duymadan sevemez mi? Hiç duymamış insanlar sevmeyi bilmez mi?
Nispeten akıllandıktan sonra sevgiyi ona buna sorarak bulamayacağımı fark edip başka yollar arayışına koyuldum. “Sevgi.” Hoş tınılı, birinin ağzından dökülüp havaya karıştığında dahi beni sarıp sarmalayan bu söz; nasıl bir şeydi, neye benzerdi? Kimdi bu sevgi? Kimdeydi? Sahiden de hangisiydi?
Hiç ummadığım bir vakitte, bir kitapta rastladım kendisine.
sevgi (i): insanı bir kimseye ya da şeye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten içsel duygu
Madem içseldi benim içimde neden belirmedi şu ana dek? Anca sordum soruşturdum, öğrenmeye çalıştım. Nasıl oldu da bir Allah’ın kuluna yanaşamadım, bir kez olsun birisine bağlanamadım? Hayret! Haa belki de insan değilimdir. İnsanı diyor, bir kimseye ya da bir şeye diyor. Yani insan insanı sevebilir yahut insan bir “şey”i sevebilir. Bir şeyi severse bu tek taraflı olur çünkü şeyler sevmeyi bilmez. Ben de bilmiyorum. O kadar araştırma boşa, bir gıdım bir şey öğrenemedim. Söz konusu sevgi olunca değme öğretmenler mesleği bıraktı, ders kitapları kifayetsiz kaldı. Ben, bilgiye aç bir talebe, ömrümdeki tek sorum cevapsız kaldı.
Yoksa ben şey miyim? Şeysem ne mutlu bana, demek ki beni seven birileri var. En az bir insan olmalı bana bağlanmış, bağlı, bağlanacak… ve ben de ona karşılık vermek zorunda değilim çünkü ben bir şeyim.
– Sen ne biçim bir şeysin, beni nasıl sevmezsin!
– Sevmem çünkü ben bir şeyim. O biçim.
Ambulans bağıra bağıra geçiyor. Beni seven odur belki de. Daha önce nasıl düşünemedim! Her gün en az bir kere, şansım varsa üç beş kere görüyorum onu. O da beni her gördüğünde istisnasız ışıklarını döndüre döndüre, sirenlerini öttüre öttüre selam çakıyor. Bir tür sevgi gösterisi. Hayır, bir dakika, yanılıyorum… Ambulans bir “şey”. Ben de bir şeyim. Şeyler birbirini sevemez. Muhakkak birimiz insan olmalı ya da ortada bir sevgi olmamalı. Üçüncü halin imkânsızlığı. Gerçekten de her zaman imkânsız mı?
Tamam, ben bir insanım ve ambulansları sevmiyorum. Sevmiyorsam ne yapıyorum? “Sevmeyebilirsin ama saygı duymak zorundasın!” Annem hep böyle derdi nedendir bilmem. Peki, sevginin zıddı nedir? Nefret, öfke, rahatsızlık, hastalık, delilik, unutkanlık, umursamazlık, duyarsızlık, ilgisizlik… Bilmiyorum. Bilgisizlik de olabilir sevmemek. Şu sıralar pek bir bilmez oldum. Öyle şeyler oldu ki bu aralar bildiklerimi de unuttum.
Muhtemelen sevmemenin içinde her şeyden biraz var. Hayata dair her şeyden.
Aşağı mahalleden kadın sesleri geliyor. Üst üste atılan tiz çığlıklar. Sonra bir adam duyuluyor. “Bağırma!” diye bağırıyor kadına. Çığlıkların, bağırmaların arkasına mı girdi? Şimdi bu ikili seviyor mu mesela birbirini? Yukarı mahalleden biraz müzik, biraz da esinti geliyor. Kapılıyorum. Yukarı doğru çekiliyorum, ayaklarım yerden kesiliyor, havalanıyorum. Müziği seviyorum. Isırgan rüzgârın yüzümü büyük bir şevkle dişlemesini seviyorum.
Biraz yükseldiysem de ivmelenemiyorum. Asıldığım yerden yel aldıkça karnımla kasıklarım arasında bir ateşlenme. Parlayıp sönüyor, dalgalanıp duruluyorum. Çığlıklar doğumda kalıyor. Gürültü patırtı hep Doğu’dan. Bilmezden gelsem de tamamen kulaklarımı kapatamıyorum. Batının hoşluğuyla sarhoş olurken doğunun sesleriyle merkeze çekiliyor, yeniden aşağı mahalleye inen ambulansları izliyorum. Ambulanslar sevgi sözcükleri söylemiyor, çığlık atıyorlar. Kadınlar gibi. Ben de bağırma diyorum. O adam gibi. Neden bilmiyorum. Bilmedikçe sevmeyi de bir türlü başaramıyorum. Sevgi nerede?
Bilmediğim o şeyi bulmaya çalıştıkça daha bir kayboluyorum. Bu şehir gibiyim. Beyin göçü veriyorum. Günden güne aklım köhneleşen bedenimi terk ederken işe yaramaz, yabancı duygular tarafından istila ediliyorum. İçimde düşünce trafiği, bir keşmekeşlik. Tenhalıktan çok uzağım. Her saatim kalabalık, üst üste, tıka basa dolu. Müsait bir yerde inemiyorum. Arkamdan iteklenerek zorla bindirildim. Direksiyonda bir başkası; kendi yoluma hükmedemiyor, gitmek istediğim yönlere sapamıyorum.
Yine çığlıklar peyda oluyor. Bu seferki ben miyim? Yok, henüz değil. Ben hâlâ sevginin peşindeyim. Bu kez başka bir kadının yardıma ihtiyacı var. Ambulansı arasam mı? Beni sevmiyorsa açmaz ki telefonu. Başkası arasın. Ya kimse kalmadıysa. O zaman aramamın da bir anlamı olmaz zaten.
Aslında bu gece intihar edecektim. Bir de baktım ki denizleri kurutmuşlar. İstesem de artık boğulamayacağım bu şehrin bulanık sularında. Surlara çıkan merdivenleri de kapatmışlar. Kendimi atmayayım diye. Bu da bana kurulan bir komplo. Acaba beni çok mu seviyorlar? Baksanıza ben ölmeyeyim diye bunca çaba… Bilmiyorlar ki ben her gece çığlıkları duyduğum anda atıyorum kendimi raylara, sulara, betonlara… Her gece başka bir tonda bıçaklanıyor, kurşunlanıyor, darp ediliyorum… Demek ki onlar da sevmiyor beni. Denizleri kurutanlar, merdivenleri kapatanlar, çığlıkları duymayanlar. Çünkü sevseler bilirlerdi.
Medet umduğum, yalvarırcasına baktığım suratlar; sorular yöneltip cevabını beklediğim kafalar insanlara ait değil muhtemelen. İnsan insanı sever. S*vgi insanları birbirine bağlar. İnsan kalmamış artık. Olduğum yer yığıntılardan ibaret. Şeyler yığını. Ve şeyler birbirini sevemez.