Sonuma yaklaştığımı hissediyorum. Okulu aylar önce bıraktım. Hiç kimseyle görüşmüyor, bunun eksikliğini de hissetmiyorum. Kimsenin beni anladığını zannetmiyorum. Ne zaman konuşmak istesem kelimeler, ağzımdan dökülmeyip boğazımda düğümlenerek nefesimi kesiyor.

Göz kapaklarımı kaldırmak işkence gibi. Leşten ağır yorganı üzerimden atmak bile beni yoruyor. Başım zonklarken kulaklarımda mekanik bir ses beni öldürmekten beter ediyor. Hafifçe araladığım gözlerimle saate bakıyorum. Yediye üç dakika var. Yataktan sürünerek ayrılıp sandalyenin üzerindeki giysi yığınından kendime bir şeyler seçiyorum. Kazağımı başımdan geçirmek için cebelleşirken mutfaktan gelen çatal bıçak sesleri odama doluyor. Kendimi evin dışına atmak istiyorum.

Sessizliği bozacağım diye aklım çıkıyor. Kapının kolunu ağır ağır çeviriyorum. Kurtuluşuma giden yol gözümde büyüyor. Bir an için geri dönmeyi, günlerce, haftalarca hatta aylarca nefesim kesilene dek yorganın altında yatmayı arzuluyorum. Sonra vazgeçiyorum. Koridorda ilerledikçe mutfaktan gelen sesler beynime işliyor. Gittikçe daha çok birbirine karışan limon kokulu bulaşık deterjanı, yanık ekmek ve haşlanmış yumurta kokuları midemi kaldırıyor. Aniden ev sessizleşiyor. Tehlikeli bir durum. Uyandığımı fark etmiş olabilirler. Seslenmeleri an meselesi.  Ya mutfaktan çıkarlarsa… İki adımda kapıya ulaşıyor, montumu dahi giymeden kendimi apartman boşluğuna atıyorum.

Hafifçe aralanmış pencereden uğultuyla giren rüzgârın tokadını yiyorum. Halimden hiç şikâyetçi değilim. Neredeyse mutlu hissediyorum. Merdivenlerden inerken tüm şiddetiyle arkamdan ittiriyor. Ve son darbesi ile beni özgürlüğüme kavuşturuyor. Mücadele berabere… Savaşmadan, direnmeden galip geliyorum.

Soğuk içime işlerken hafiflediğimi hissediyorum. Az önce beni apartmandan atmak için büyük uğraş veren yel, şimdi en derinlerime nüfuz etmek istiyor. Bense yine tepkisiz kalıyorum. Nereye gideceğimi bilmemenin ya da gidecek yerimin olmamasının rahatlığı içindeyim. Sararmış yapraklar gibi oradan oraya savruluyorum. Bilmediğim yerlerde, bilmediğim sokakların çıkmazında kaybolmak istiyorum. Tanımadığım insanların yüzüne uzun uzun bakıyorum. Tanıdıklarımdan daha samimi geliyorlar bana.

Birden birinin, bir kadının, bana seslendiğini işitiyorum. Boğuk ses tüm vücudumu uyarıyor. Koşmaya başlıyorum. Uzaklaştıkça ses azalacağı yerde daha da netleşiyor. İçinde bulunduğum durumun tuhaflığı içime tarif edilmez bir korku salıyor. Panikleyerek arkamı dönüyorum ve kalan gücümle aksi istikamete doğru koşuyorum. Yine kurtulamıyorum. Ben hızımı artırdıkça derinlerden gelen kadın sesine yeni yeni sesler ekleniyor, çok sesli bir şekilde haykırıyorlar. Hep bir ağızdan, ara vermeksizin adımı yineliyorlar. Kalbim göğüs kafesimi terk etmek istercesine çarpıyor. Kazağımın boğazı gırtlağıma yapışıyor. Gücünü tüketmiş bacaklarım birbirine çarparken hızla atan kalbimde büyüyen sıcaklığın tüm vücudumu yaktığını hissediyorum.

Yardım istemek geliyor aklıma. Nasıl konuşacağımı bilmiyorum. Eve dönebilirim diye düşünüyorum fakat yol gözümde büyüyor. Bulduğum ilk yere sığınmayı ve oradan asla ayrılmamayı aklımdan geçiriyorum. Gidebilecek bir yer bilmiyorum. Yanımdan geçen insanlar birer birer kaymaya, yüzleri bulanmaya başlıyor. Bakıyorum ama hiçbir şey göremiyorum. Farkındayım, bunlar boğulmadan önceki son çırpınışlarım. Kendimi bırakmak, ıstırap çekmeden ölmek istiyorum.

Tüm umutlarım tükenmişken ne olduğunu anlayamadan karanlıktan çıkan bir el ansızın beni kendisine doğru çekiyor. Dengem bozuluyor. Yere kapaklanıyorum. Arkamdan kapanmakta olan kapının gıcırtısını işitiyorum. Yıllanmış çelik kapı büyük bir gürültü ile çarpıyor. Ayak tabanlarımda minik bir karıncalanma peyda oluyor. Isınıyorum adeta zamanla buzlarım çözünüyor. Duyularım yavaş yavaş harekete geçiyor. Ahşap zemin beni kucaklıyor. Loş sarı ışık saçlarımın arasından geçip tenimi okşarken bileğimi kavrayan elin gevşediğini hissediyorum. Kalp atışlarım düzene giriyor. Terden sırılsıklam olmuş kazağım vücudumdan ayrılmaya başlıyor. Bir süre olduğum yerde kalmayı, boylu boyunca uzanıp kendimi ahşap zeminin şefkatli kollarına bırakmayı arzuluyorum. Yabancı, bileğimi tamamen bırakıyor. Onun gözlerinin içine bakacak cesareti henüz kendimde bulamıyorum.  Başımı kaldırmadan bekliyorum. Derin soluklarını iyice özümsüyor, nefes alışverişini birebir taklit ediyorum. Bana doğru eğiliyor. Gölgesini üzerimde hissediyorum. Çabucak gözlerimi yumuyorum. Bakışlarını üzerimde gezdiriyor. Neredeyse ahşap zemin kadar şefkatli. Bir doktor edasıyla teşhis koymak istercesine yaklaşıyor. Sonra geri çekiliyor. Kısa bir süre duraksadığını sezinliyorum. Ardından uzaklaşan adım sesleri odayı dolduruyor. Titrek göz kapaklarımı ürkekçe kaldırıyorum.

Sessizliği bozmak istemiyor sanki. Parmak ucunda yürüyerek ilerliyor dar uzun koridorda. Sakin ve yumuşak adımları ile çıkardığı ses ahşap zeminin gıcırtısına karışıyor. Bir süre arkasından bakıyorum. Epey uzun olmasına karşın sıska. Cılız kollarını iki yanına sarkıtmış, aheste aheste yürüyor. Bacakları ince uzun.  Sırt kemikleri her an gömleğini delecekmiş gibi.

Onu uzunca bir süre inceledikten, her ayrıntısını zihnime kazıdıktan sonra etrafı seyre dalıyorum. Koridor boyunca karşılıklı uzanan kitaplıklar birbirlerini selamlıyor. Bu törene emrivakiyle dahil oluyorum. Umursamıyorlar. Kibirleri onları kör etmiş. Kusurlarından bihaberler. Örümcek ağı bağlamış raflar adeta ölüme terk edilmiş. Üzeri tozla kaplanmış kitaplar, sonlarını getirecek örümceklere boyun eğmiş. Hele kapakları zedelenmiş ansiklopediler… En uçta, yıllara meydan okuyan kitaplar cam kapaklı bir dolapta koruma altına alınmış. Diğerlerinin yok oluşunu güvenli bölgelerinden keyifle seyrediyorlar. Hiç pencere yok. Burada olan burada kalıyor. Koridorun sonundaki çalışma masasının ayakları yamuk. Yer yer kaplaması dökülmüş. Üzerinde bir tomar kâğıt, iç içe geçmiş kalem çöpleri, çoğu boşalmış ilaç kutuları, yarım bırakılmış sigara izmaritleri; altında buruşturulmuş, yırtılmış kâğıt parçaları ve küller.  Masanın önündeki sandalyede ise O… Yabancı.

Arkası dönük. Kamburunu çıkararak oturmuş. Önündeki kâğıtlara eğilmiş, durmaksızın bir şeyler yazıyor. Az önce kuvvetle bileğimi kavrayan eli, şimdi nazikçe kalemi tutuyor. Onu incitmekten korkuyor adeta. Şair olabileceğini düşünüyorum. Öylesine naif, kırılgan… Ama kırılgan bir insan bileğimi öyle sıkabilir miydi? Ah, neden fırsatım varken yüzüne bakmadım ki! Gülerken gözleri yaşaranlardan mıydı? Küçük bir tebessüm ettiğinde kısılır mıydı gözleri? Yüzündeki çizgiler neleri ifşa ediyor yahut üzerini örtüyordu? Dişlerini göstermekten korkuyor muydu acaba? Yoksa her şeye inat korkusuzca gülümsüyor muydu? Yanaklarındaki çukurlarda kendime ait bir şeyler bulur muydum? En iyisi hiç öğrenmemekti. Bir kere görmek yetmezdi ki. Gülerken görsem kahkahasını duymak isteyecektim. Ağladığında buğulanmış gözlerine bakmak…  Bu hikâyenin bir sonu yoktu. Birbirimizi görmek rüyanın son bulması demekti.

Ucu sipsivri kurşun kalem ile birbiri ardına indirdi darbeleri kâğıtta tek bir boşluk kalmayıncaya dek. Ardından çiziklerle doldurduğu kâğıdı paramparça edip yere fırlattı. Bir sigara yaktı. Sigarayı tutan eli hafifçe titriyordu. Yumruk yaptığı diğer elini olabildiğine sıkıyor, ara sıra masaya minik darbeler indiriyordu. Bacak bacak üstüne atmış, sırtını arkalığa dayamıştı. Üstteki bacağını huzursuzca sallıyordu. Sigarasından çektiği iki nefes onu tıkamaya yetti. Ciğerleri patlıyormuşçasına öksürüyordu. Ağzını kolu ile kapattı. Öksürürken tüm vücudu sarsılıyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Onu bu halde görmek beni dehşete düşürdü. Bir sigara her şeyi mahvedebilirdi. İzmariti tek bir zerreciği kalmayıncaya kadar parçalamak istiyordum. Dökülen küllerini dahi yok edecektim. Yerimden kalkmak istedim ama yapamadım. Dizlerim ahşap zeminle bütünleşmişti sanki… Kendini yere attı. İki büklüm, kesilmeyen öksürüğü ile mücadele ediyordu. Dizleri üstünde yerlere kadar eğiliyordu. Başı yere değdi değecek. Adeta canını bağışlaması için Tanrı’ya yalvarıyordu. Ölüm ile yaşam arasında gidip geliyordu. Her geçen saniye sonuna bir adım daha yaklaşıyordu. Ölemezdi. Ölmesi gereken biri varsa o da bendim. O ölmemeliydi. Kulaklarımda yine o mekanik ses…  Gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Titriyordum. Yeniden sesleri duymaya başladım. Sanki tüm şehir adımı haykırıyordu. Bir yandan da benimle beraber ağlıyordu.

Yumruklarımla yeri dövüyordum. Birbiri ardına indirdiğim darbeler gittikçe azalıyor, gücüm tükeniyordu. Tamamen bitkin düştüğümde kendimi cansız yere attım. O kadar çaresiz hissediyordum ki… Ona karşı mahcuptum. Zeminle bütünleşmek, tahtaların arasında yok olmak istiyordum.  Göz kapaklarım ağırlaşmış, bir kapanıp bir açılıyor. Görüntüler netliğini yitiriyor. Bir yüz görüyorum hayal meyal. Konuşmaya çalışıyorum. Beceremiyorum. Küçük bir iniltiden başka bir şey dökülmüyor dudaklarımın arasından. Ve sonra etraf tamamen kararıyor.

Gözlerimi açtığımda floresanın rahatsız edici ışığı gözlerimi kamaştırıyor. Göz kapaklarımı açık tutmak için çabalıyorum. Güç bela gözlerimi açtığımda bembeyaz bir odanın içinde olduğumu görüyorum. Odadaki büyüklü küçüklü beyazlıkların neler olduğunu seçemiyorum. Saniyede bir havai fişek misali gözümde patlayan ışıklar görmemi imkânsız kılıyor. Midemin bulandığını, üzerinde bulunduğum şeyin- yatak olduğunu tahmin ediyorum- sallandığını hissediyorum. Su almış balıkçı teknesindeymişçesine bir sağa bir sola yalpalıyor. Başım öyle bir dönüyor ki…

Bir aralık arasına hapsolduğum duvarların üzerime yıkılacağını sanıyorum.  Bir umut gözlerimi ovuşturup etrafı görmeye çalışıyorum. Rutubetli beyaz duvarların üzerinde tembel tembel gezdiriyorum bakışlarımı. Yıllardır boya badana yapılmamış. Duvarların alt kısımları simsiyah ayak izleri ile kaplı, köşelerinde örümceklerin itinayla ördüğü ağları… Demir korkuluklu dar bir yatağa mıhlanmışım. Başımın altında beton gibi sert bir yastık, üstümde kâğıt gibi ince beyaz bir çarşaf. Buram buram çamaşır suyu kokuyor. Çarşaf boyuma göre fazlasıyla kısa. Dizimden aşağısı açıkta, çıplak ayaklarım buz kesmiş. Bacaklarım yatağa yapışmış. Bana ait değiller adeta yatağın birer parçası olmuşlar. Başucumda cızırtılı sesler çıkaran makinelerin ekranlarında garip semboller, yanıp sönen rakamlar… Bunlardan birine sol kolumdan bağlıyım. Sağ yanımdaki komodinin üzerinde bir sürü ilaç şişesi, içi boşalmış şırınga ve temiz sargı bezleri rastgele atılmış.

Sorulacak çok fazla soru var ama ben tek bir tanesinin cevabını merak ediyorum. Onu bulmam gerekiyor. Bu kâbustan uyanmam, prangalarımdan kurtulmam şart. Kırıp dökmek, yatağımı parçalamak istiyorum. Gittikçe kalp atışlarım hızlanıyor, vücudumdan ter boşanıyor. Bağlı olduğum makineden tekdüze, kulak tırmalayan bir ses geliyor. Bu işkencenin bir sonu yok. Beni bu beyaz cehennemden çekip çıkaracak kimse de yok.

Sonumun geldiğini hissediyorum. Umut etmeyi artık bırakıyorum. Hiç kimseden bir şey beklemiyor, hayatıma son veriyorum. Kolumdaki kabloyu tüm gücümle çekiyorum. Oluk oluk akan kanım yatağı ıslatıyor. Çarşaf kanımı iyice içiyor, kalanı ise uçlarından koyu kırmızı damlalar halinde yere akıyor. İçimin boşaldığını hissediyorum. Aydınlık ile karanlık arasında süzülürken odanın kapısı aniden açılıyor. Beyazlar içinde. İki adımda yanımda beliriyor. Bir eliyle sıkıca bileğimi kavrarken saatine bakıyor. Yediye üç dakika var…