İhtiyacımız olmayan bir zaman ve mekânda Nazlı ve Mehmet, birbirlerinden habersizce birbirleriyle sevgili olmayı kafaya koymuşlardı. Bir süre aralarındaki iletişimi birbirlerine buna dair sinyaller vermeye adadılar. Nazlı flörtöz bir soru sordu, Mehmet flörtöz bir cevap verdi. Mehmet flörtöz bir soru sordu, Nazlı normal bir cevap verdi çok da çaktırmamak için. Mehmet’in kafası karıştı. Nazlı’nın kafasında da aynı şeyin olup olmadığından emin olamadı ve bu yüzden yoklamaya devam etti. Nazlı da birkaç günden sonra dayanamadı ve flörtöz cevaplarını geri tutmamaya başladı. Kısa bir süre sonra da birbirlerine bu müthiş sevgili olma planından bahsettiler. İkisinin de buna bir itirazı olmadığından sevgili olduklarını birbirlerine ilan ettiler. Bundan on yedi ay sonra ise ilişkileri bitecekti. Nazlı Mehmet’le evlenmek istemiyordu. Mehmet Nazlı’yla evlenmek istemiyordu. Evlenme fikrinden kıvrakça kaçtıkları bir on yedi aydan sonra ilişkileri başka bir yerden hava kaçırmaya başladı ve ortak arkadaşlarını bölüşüp yollarına yalnız devam ettiler.
Mehmet bu ayrılığın sivil zayiatı olma görevini cesurca üstlendi ve arkadaşlarıyla anlaşıp bu meseleyi bir rakı sofrasında bırakmaya karar verdiler. Sağdıçlıkla onurlandırılmış Onur, etkinliğin tüm sorumluluğunu aldı ve kendi evinde üç kişilik bir masa kurdu. Mehmet, Onur ve Burak liseden arkadaşlardı ve birbirlerini herhangi bir kriterleri olmadan seçmişlerdi. Buna rağmen diğer insanları bazı kriterlere göre elediklerinde ellerinde birbirleri kalmıştı. Arkadaş grupları çoğunlukla böyle olurdu. Şans ile denk gelip seçimle hayatınızda tuttuğunuz insanlar arkadaşınız oluyordu.
Nazlı’nın da böyle bir ekibi vardı. Nazlı da bu ayrılığın sivil zayiatı olma görevini cesurca üstlendiğinden o da arkadaşı Şukufe’yi bu ayrılığın baş nedimeliğiyle onurlandırdı. Şukufe yirmi dokuz yaşında, beş kez üniversite, yedi kez bölüm değiştirmişti. Kararsız bir insandı ama bu olay için tam olarak ne yapması gerektiğini biliyordu. Dört kişilik bir plan yaptı. Meltem, Derya, Şukufe ve Nazlı beraber sahile inip iki şişe şarap içip bu konuyu denize bırakacaklardı. Onların arkadaşlığı ise üniversite yurdunda beraber kalarak başlamıştı. Bir insanın sirkeyle saçını yıkadığını, saç düzleştirici ile ütü yapmaya çalıştığını, suratına yumurta akından cilt bakım maskesi sürdüğünü gördüğünüzde veya geceleri aslan kükremesini andıran horlamasını duyduğunuzda o insan ile doğrudan yakın arkadaş sayılıyordunuz. Şukufe bunların aynı anda olduğu dönemin çok azında vardı ama yine de iyi bir bağlantı yakalamışlardı.
Onur, rakı içecekleri gecenin sabahından alışverişini yaptı. Nohutunu, tahinini, patlıcanını, yoğurdunu karpuzunu kavununu aldı, bütün gün akşam için meze yaptı. Mehmet, Onur’un bu kadar emek vereceğini bildiğinden bu planı ona devretmişti çünkü Onur gastronomi okumuştu. Gastronomi, beş dakika sonra görüntüsünden hiçbir şey kalmayacak şekilde mide asidinize karışacak şeyleri daha güzel yapmaya bir uzay mekiği yaparmışçasına emek vermeye deniyordu. Humus, fava, tarator, haydari yaparken kendinden geçen Onur, gecenin neyle ilgili olacağına takılmak için Mehmet’in teşrifini bekliyordu. Sofraya bardakları dizdi. Herkesin gelmesine yakın masaya buz kovasını koydu. Ehlikeyfi Mehmet’in oturmasını istediği yere ittirdi. Şalgam suyu, soğuk su ve rakıyı da masanın kenarına yerleştirdi. O sırada herkes teker teker eve gelip yerlerine yerleştiler. Burak, yanında yazlıktan arkadaşı Kerem’i de getirmişti. Mehmet ve Onur ilk önce böyle özel bir konuyu konuşmak için toplandıkları dost meclisine yabancı birini getirdiği için Burak’a yüklenseler de kısa süre sonra umursamayı bıraktılar. Bir daha görmeyeceğiniz birine bir şey anlatmaktan o kadar da çekinmezdiniz. Masaya bir sandalye daha çektiler. Onur ona da bir servis açtı. Arkadan ince bir Türk Sanat Müziği eşliğinde kadehler havaya kalktı.
“Değmezmiş.” diye ortasından daldı konuya Mehmet. “Verdiğim onca emeğe değmezmiş.”
“Sorumluluk mu hissediyorsun?” diye sordu Burak.
“Sorunluluk hissediyorum kardeşim.” dedi Mehmet. Kötü şakalar yapmayı severdi. “Sorunluluk hissediyorum.”
Herkes burnundan nefes verdi.
“Neyin sorununu hissediyorsun?” dedi Onur. “Neyden pişmansın?”
“Artık her şeyden.” dedi Mehmet. “Şimdi bitti ya, başlamış olmasından bile pişmanım.”
Masada müphem konuşmalar hakimdi. Kimse net konuşmadığından kimse bir şey anlamıyor, aynı müphemlikte sorular sorulmaya devam ediliyordu. Kerem telefonuyla oynuyordu. Yirmi dakikada bir yarım yudum rakı içip Onur’un özenle hazırladığı mezeleri yüksek hızda mide asidine karıştırıyordu.
Bu sırada Nazlı, diğerleri ile buluşup sahile doğru yürümeye başladı. Mehmet’in konusu inceden açılır gibi oldu ama Şukufe herkesi susturdu. Kayalıklara oturup şarabı bardaklara dökmeden bu konuyu açmamakta ısrar etti. O ana kadar da çok ilginç bir şey konuşmadılar. Kayalıklara oturup plastik bardaklara şarap doldurdular. Herkes önce şarabı kokladı, sonra da ilk yudumunu aldı. Gözler Nazlı’ya döndü. Nazlı’nın nasıl hissettiğini anlatmasını bekledi herkes. Nazlı çok bir şey söylemedi.
“Başından ikimiz de biliyorduk zaten sonsuza dek beraber olamayacağımızı.” dedi. “Bundan kaçamayacaktık zaten.”
“Gaspçıya benziyordu zaten.” dedi Meltem.
Herkes burnundan nefes verdi. Gözler yeniden Nazlı’ya döndü.
“Bir ilişkiye biteceğini bilerek başlıyorsun zaten. Bitmediğinde sürpriz olmasını bekliyorsun. Sonra bir ters köşe, bitiyor ve sürpriz oluyor.” dedi Nazlı. “Öleceğini bile bile yaşamak gibi.”
“İşte aslında yaşarken öleceğinin farkında olsan bile bunu düşünmüyorsun ama, öyle bir fark var.” diye araya girdi Şukufe. “Gözün bitiş çizgisinde değil, yolda oluyor.”
Şukufe biraz bilge bir kadındı. Kendini okuldan okula savurduktan sonra felsefe okumaya karar vermek onun için en iyi şey olmuş gibi duruyordu. Şarabından bir yudum daha alırken sözü sessiz bir anlaşmayla Nazlı’ya geri verdi. Derya sessizce şarabını içiyordu. Bu taraklarda bezi yoktu. Nazlı’yı severdi ama şarabı daha çok severdi. Hem ekonomi okuduğundan konuya katacak çok da bir şeyi yoktu. Aklında bir film projesi vardı. O sırada herkesin aklında bir film projesi vardı. Sinemalarda halihazırda yeterince film oynadığını düşünen kimseyi bulamazdınız. Derya’nın filmi de ekonomiyle ilgili olduğundan, konuşmaya katabileceği herhangi bir şey cidden yoktu.
Mehmetlerin masasında bu belli belirsiz konuşmalar ile birkaç kadeh geçti. Kerem hariç herkes yeri geldi Nazlı’yı suçladı, yeri geldi Nazlı’yı suçladı, yeri geldi Nazlı’yı suçladı. Mehmet’e hayat ile ilgili öğrendiği en değerli şeyi birazdan öğretmeye başlayacak adam olan Kerem o an için sadece telefonunu karıştırıyordu. Arada bir yanlışlıkla bir videoya tıklıyor, çıkan ses için özür dileyip telefonuna dönüyordu.
Nazlıların sofra bile denemeyecek ansamblında da öğrenilecek bir şey vardı. Onun öğretmenliğini de Şukufe yapacaktı. Aslında fark etmedikleri bir şey değildi ama birinin bu fikri kelimelere dökmesine ihtiyaçları vardı. Nazlı’nın biteceğini bile bile başladığı konuşmasında, biteceğini bile bile mantarını açtığı şarabın son kadehlerine gelindi. Herkes bu kayalıklardan kalkarken konuştukları konuyu orada bırakmaya anlaştığı için şarabın etkisini dört gözle bekliyordu. Daha hızlı çarpsın diye son bardakları hızlıca içtiler.
Bu sırada Mehmetlerin masasına karpuz geldi. Onur getirdi. Güzelce dilimleyip devrilmiş domino taşları gibi dizerek koydu sofraya. Kerem, gecenin öğretmenlerinden biri olacağını bilmeden, tebeşirine uzanan bir profesör gibi tuzluğa uzandı. Bu durum bir profesörün tebeşire uzanmasından daha fazla tepki aldı ve masada sessiz bir paniğe yol açtı. Herkes Kerem’in ne yapacağını kestirebilmişti ama başka bir şey yapmasını istiyordu. Kerem hepsine meydan okur gibi bir dilim karpuzun üzerine hafifçe tuz serpti ve büyük bir iştahla ısırdı. Onur, Kerem’in bunu ne için yaptığını biliyordu ama konuyu dağıtmamak için sessiz kaldı. Mehmet konuyu dağıttı.
“Karpuza tuz mu?” diye sordu Kerem’e doğru. “Ne alaka?”
“Dene istersen.” dedi Kerem. Tuzluğu Mehmet’e doğru uzattı.
“Ya saçmalama!” diye çıkıştı Mehmet.
Rakı cesareti tetiklerdi. Mehmet, Onur kolunu indirdiğinde fark etti kolunun havada olduğunu. Kerem korkmuş görünüyordu. Onur onu da sakinleştirdi ve sakince açıklamaya başladı. Konuşması hafiften kaymaya başladıysa da konu uzmanlık alanına gelince cümlelerini başarıyla toparladı.
“Abi bak…” dedi. “Her yiyeceğin içinde biraz tatlılık, biraz acılık, azıcık da asit falan var.”
Konu Mehmet’in ilgisini çekti. Vücudunu Onur’a döndürdü.
“Tuz da bir şeylerin tadında ufak değişiklikler yapmaya yarıyor.” diye devam etti Onur. “Karpuzun üstüne böyle hafifçe serpince…” dedi avucuna döktüğü tuzdan karpuzun üstüne bir pinçik serperek. “Tatlılığını arttırmasa bile acılığını azaltıyor. O yüzden de tatlısını daha çok hissediyorsun.”
Onur üstüne tuz serptiği dilimi Mehmet’in ağzına uzattı. Mehmet bir ısırık aldı ve yeni bir şey öğrenmenin coşkusuyla gözleri açıldı.
Nazlı, şarabın son damlalarını da tükettiklerini gördüğü sırada gözlerinden hafif hafif yaşlar akıyordu. Varoluşsal bir problemi küçük ölçekte yaşamıştı. Hem ayrılığın kendisine olan üzüntüsü kendini net şekilde hissettirmiş, hem de varlığıyla ilgili sıkıntısını depreştirmişti. Hep beraber kayalıklardan kalkıp yürüyüş yoluna geçtiler. Nazlı’nın ağlamasına dayanamayan Şukufe onu durdurdu. Omuzlarından tuttu ve kendisine baktırdı.
“Bak.” dedi. “Ağzında nasıl bir his var?”
“Buruk.” dedi Nazlı. “Acı çay içmişim gibi, Trabzon hurması yemişim gibi.”
“Bunun için mi içtin şarabı?”
“Hayır.”
“Şarap güzel miydi?”
“Evet.”
“Şarabı içtiğine pişman mısın?”
“Hayır.”
“Teşekkür ederim.”
Şukufe Nazlıyı orijinal yönüne geri çevirip sırtına hafifçe vurdu. Kendiyle de biraz gurur duydu. Sokratesçilik oynamaktan keyif alıyordu ve yine bunu yapmıştı. Arada bir Nazlı bir şeyleri anladı mı yandan bakışlar atarak yürümeye devam etti. Nazlı’nın bakış açısı öyle aniden değişecek değildi fakat bu söylenileni anlaması da biraz zaman alacaktı.
Mehmet o sırada boşluğa kitlenmiş şekilde az önce yuttuğu karpuzun tadını düşünüyordu. Birkaç saniye geçtiğinde hiç kimsenin kendisine doğrudan söylemediği şeyi anladı.
“Yani Nazlı benim…” dedi hiçbir özel muhatabı olmadan. “…tuzum muymuş?”