Kadın: zenginlerin gördüğü gibi olmasa da yalnızların da asla bilemeyeceği, sağlam dostluklarla beraber dünyayı güzel kılan her şeyin iliğini emmeye karar vermiş bir çevre içinde, kıskanılacak dolu dolu bir sosyal yaşantıya sahip. Mütevazı bir bütçe ile derin hazlara götüren zevkler ve tükenmek bilmeyen bir heyecana aracı maceralardan oluşan hayat pastasından her gün her ânıyla –hiç çekinmeden- cürretkar dilimler almaya çalışıyor.
Oğlan: – yaşından dolayı değil, Kadın’ın aksine tecrübesinin kıtlığı yüzünden “Adam” olamıyor- ücra köşelerden birinde kendisinin uzun yıllardan beridir tanıdığı en iyi dostu ve ayrıca da hayata dair toplumun gösterdiği tüm biçimlere yabancı. Her insanda olması gereken sosyal yönü çoktan kuşlara yem olmuş olsa da, düşünceleriyle her gün her an –hiç çekinmeden- yarattığı dünyanın yanında “hayalgücü” dediğimiz şeyin çok sınırlı ve aciz kaldığını düşünüyor.

(Ve alışkanlıkların getirdiği onca beklentiye rağmen ikisinin arasında hiçbir aşk hikayesi geçmemiştir.)

Oğlan Kadın’a hiddetle anlatmaya başladı.

“ Evet sen, sen herkesin hayalini kurduğu özgür bir çevre içinde, modern çiçek çocuklar denilebilecek arkadaşlarınla dünyanın akıp gitmekte olan sistemine baş kaldırdığını düşünüyorsun. Sana göre çok güçlü bir kişiliğin var değil mi? Hep birlikte oynadığınız tatlı marjinallik oyununun seni özel kıldığını ve ayaklarının altında nefes alıp veren bu toprağın sırlarına yalnız senin gibi “asi ruhlu dünya kaşiflerinin” ulaşabileceğini sanıyorsun. Oysa basit taklit dizgilerinden oluştuğunu söylememe gerek var mı ki? Senin gibi bir doğa şiirlerinin dizesiyle, anarşik kitapların önsözüyle yapay biçimde oluşturulmuş insanların, ya da farklı olabilmenin verdiği hazzı kutsal görüp hayata 1. Sınıf bir macera oyunu kıvamında yaklaşan insanların, aykırı olduğu iddia edilenlerin davranış ve sözlerini taklit eden insanların kendine has bir karakteri olması mümkün mü ki? Eğlenmek, gezmek, tatmak, tecrübe etmek, çok görmek, defalarca görmek, koklayıp içine çekmek, yolları aşındırmak, durgunları aşağılamak, insanlar tanımak, tanınılmayacak kadar çok insan tanımak, çevre sahibi olmak, yalnızlığın ne olduğunu bildiğini sanmak, yalnızlıktan köpek gibi korkarak “popüler başkaldırı” yoluna daha da sarılmak, okumak, hiç düşünmeden bilmiş olmak için okumak, yaşamak, yaşamak, yaşamak, düşünememek, yaşamak, yaşarken duymaya vakit olmaması, yaşamak…

Seni yeterince özetliyor muyum? İçinde bulunduğumuz bu odayı görüyorsun değil mi, işte bu oda senin özelim diyebileceğin her şey olsun. Paylaşılmayacak duygular, düşünceler ve insanlara dair en toy hisler senin özelin olsun bu odada. Herkesin kapısını komşularına dahi açmadığı kendine ait bir odası vardır. Ama sen kendine ait bir oda yaratamayacak kadar acizsin. Elinde kapısı ardına kadar açık olan herkese ait bir oda var. Bir sabah uyanıyorsun ve yatağında bambaşka bir çarşaf buluyorsun. Tablolar iniyor, mobilyalar değişiyor, perdelerin aşınmaktan kirli sarı bir renk alıyor, insanlar giriyor, insanlar çıkıyor, insanlar parça koyuyor, insanlar parçaları söküp gidiyor ve senin buna karşı yapabileceğin hiçbir şey yok. Kilidi hiç yaptırılmamış kapın yüzünden en yetenekli hırsız ve mimara tabiisin. Yani seni baştan yaratacak bir hırsız ve mimara. Maddi dünyada koşturup duran sen, ruhunla boş boş bakınıyorsun. Hımbıl bir kişilik, muhtaç bir hayal. Sen kişi değilsin. Tek başına küçük bir toplum hücresisin.”

Oğlan konuşurken sinirden köpürerek sözünü kesmek için uğraşan Kadın, Oğlan’ın öfkesinin azalarak yerini dingin bir bitişe bırakmasıyla boşalan hiddet koridorunu doldurdu:

“Aptal lağım faresi! Seni fareye benzetmemin kuru bir hakaret olduğunu sanma. Gün ışığından korkarak köhne duvar diplerine tüneyen bir insan türü olmadığından sana yalnızca fare diyebiliyorum. Rezil koşullar altında, hayatta olduğuna dair tek kanıtın uyumak ve uyanmak ve –her sağlıklı insan gibi- kendini kaptırıp ağlama nöbetleri geçirmek olduğu bir durumda “duruyorsun”. Sen zaten yaşayamazsın: durmak, durağanlıkla gurur duymak, ve bütün o uydurma hayali evrenin verdiği kof güvenle gerçeğe ait şeyleri aşağılamak senin yapına daha çok uyuyor. Sürekli bir köşeye kıvrılıp dünyadan nefret etmek, geçmiş günlerin koca bir kayıp, geleceğin de derin bir boşluk içinde olması seni nasıl “karakter sahibi” yapıyor anlamıyorum. Chaplin’in dediği gibi eğer gülmeden geçirilmiş bir gün harcanmış bir gün ise ardında bir dağ silsilesi gibi yükselen harcanmış yıllar bırakmış olmaktan memnun musun? Nefes aldığın birkaç metrekare dışında hiçbir şey bilmiyorsun, dünyayı adım dahi atmadan tanıyabileceğini, anlayabileceğini düşünüyorsan üzülerek söylüyorum ki bu, yalnızca daha önceden yazılmış bir masalın konusu. Yarattığın fantezilerin bulanıklığında gerçek-sanal ayrım gücünü tamamen kaybetmen seni “hayalgücü olağanüstü gelişmiş bir dahi” yapmıyor, aksine başka türlü yaşam sahası bulamadığı için gözlerini kapatıp kaybolan bir melankoliğe benziyorsun. Topluma kin kusmak, toplumdan nedensizce saklanıp bütün suçu onun üstüne yıkmak yaşadığın yalnızlık buhranlarının çözümü olmayacak. Hatta öyle günler gelecek ki, kendinden o kadar emin “kişiliğin ve orijinalliğin” hiç paylaşılma şansı bulamadığından – ki zaten paylaşılsaydı hem sen olmazdın, hem de bunla gururlanamazdın- tarihin tozunu ciğerlerine kadar yutacak ve biz seni bir gerçek olarak bile bilemeyeceğiz.

Eğer bu oda benim olsaydı herkese ait olacağını söylüyorsun. Ben de diyorum ki bu senin odan olsaydı, devam ettirdiğin sürüngen hayatının küf ve nem kokusu bütün köşelerine dek sinerdi. Hayata macera olarak değil de acı olarak bakmak o kibirli ruhunun önünde duran bütün zevk ve umut olanaklarını bir çırpıda silip atıyor. Bir yolu olsaydı da ölümün sahipsizlikten utanmasın diye cenazenin başında kendi kendine ağlasaydın isterdim. Zira sen, fazlaca kendi başına bırakılmış, sınırları arasında paramparça olmuş, eğlenceli bir kafes kuşusun.”

Oğlan duraksamadan kendini savundu, kadın tekrar ona yanıt verdi…

Bütün bunlar olurken bir şeyi yeni fark ediyoruz. Bu satırların sahibi Oğlan ve Kadın’ın olduğu odanın kapalı kapısının önünde kulağını neredeyse kapıya yapıştırarak içeriyi dinliyor. Ve bu diyalogların sonunda görünüşe bakılırsa aklından şöyle bir şey geçiyor:

“İki zıt kutup. İki vahşi tip. Tanrım, ben neredeyim ? Ben hangisiyim hangisi benim?