bir anlatı.
Her şeyin nasıl başladığına dair bir hikâye sunmaya çalışsam sizi hayal kırıklığına uğratmam işten bile değil çünkü bu ne zaman başladı, ne zaman ruhumu ele geçirdi hiçbir fikrim yok. Belki de doğduğumdan beri böyle bir arzu göğsümde, karnımda, bacaklarımda yanıp tutuşuyor ve beni ele geçirebileceği anı bekliyordu. Olabilir, insan bedeni zaman zaman böyle akıl almaz şeyler yapmasıyla meşhurdur. Kendisinin kontrolünde olması gereken ruhu, bazen en derinlerde gizli istekleri ve hep kendinden esirgenmiş şeylerin fısıltısıyla bir anda tavlayıverir. Bunu her insan bilir, çoğu deneyimler ve pek azı hakkında konuşur. Ruh kutsalsa, iğrençlik bedendedir. Gitmemesi gereken yerlere adım atan, istememesi gereken vücutlara dokunan, söylememesi gereken kelimeleri diliyle dişleri arasından çıkaran odur.
Gece atılan adımlarla başladı bu girdaba dalışım. Sağ sol sağ sol, bir askerin ritmiyle değil elbet ancak öylesine bir adanmışlıkla. Ben vücudumu nasıl ileriye götüreceğimi hatırlamasam vücudum kendiliğinden hatırlardı ne zaman nerede olması gerektiğini. Güneş denize dalmış, son dilekler dilenmiş, sokak lambaları genç çiftlerin altında arsızca (ki sahiden vardır öyle arsız öpüşler) öpüşebilmesi için yanmış olurdu. Başlangıç noktası burasıydı işte, ışık. Belki de karanlık. Hangisinin hangisini doğurduğuna inandığınıza göre değişir. Ben Zerdüşt veya Buda değildim, sadece yürümeye devam ederdim.
İsimsiz güzide şehrimin en güzel semtlerinden birinin çarpık sokaklarında, hava karardıktan sonra ışıkları yakardı onlarca, yüzlerce insan. Zehrim benden kuvvetliydi sonuçta, ben hiçbir zaman onun her zerresine nüfuz edemezdim. Ben yürümesi zor, taşları çıkık, yolu eğimli kaldırımlarda adımlarken onlarca dünya beni çağırırdı. Gel. Bizi istediğini biliyoruz. Bu bir davetiye, yavrucağım. Yaklaş bize.
Ahşap bir masa, bir atölye. En güzel heykelcikler ve en kıymetli kitaplarla dekore edilmiş bir oda. Loş, sarı bir ışık. İçerideki insanın önemli olduğunu bildiğini ama ne kadar önemli olduğunu dış dünyaya çaktırmamaya çalıştığını hissettiriyor âdeta odaya konmuş her eşya. Masada önündeki gereçlere eğilmiş kır saçlı, orta yaşlı denemeyecek kadar genç ama genç denemeyecek kadar da kendini bir işe kaptırmış bir adam. Bakışları ellerinde sıkıca tuttuğu kil parçasında. Sarı ışık onu aydınlatmakta yeterince iyi bir iş yapmıyor, belki de sırf bu yüzden orada durmasına izin verilmiş. Orta yaşlı-genç adam, ışığın bile yaptığı işe karışmasını istemiyor. Gözlüğü kemerli burnunun üstünde hafifçe aşağı kaymış, sanki önündekine değil de birkaç saat veya birkaç gün sonra orada olacak olana bakıyor şimdiden. Adamın bu mesafeden saydam görünen gözleri zamanı delip geçmiş ve elleriyle birlikte geleceği yaratıyor.
Avizelerin ampulleri sönük, yalnızca televizyondan gelen mavi ışık aydınlatıyor ortalığı. Ortada alçak bir sehpa, televizyonu en iyi şekilde görmesi için tam karşısına koyu renk bir kanepe. Kanepenin yumuşak yastıkları üzerinde şortu incecik bacaklarının çok azını örten, uzun boylu bir genç kadın. Bir eli çenesinin altında, diğer eli ise telefonunu tutmak gibi elzem bir konumda görevlendirilmiş. Karşısında tüm görkemiyle odayı etkisi altına alan görüntüleri gerçekten seyredip seyretmediğini kestirmek zor. Kadının yüzündeki sıkılganlık sadece yorgunluğunun bir yansıması da olabilir ancak telefonu manikürlü tırnakları arasında sıkıca tutuşu beklediği bir şey olduğunu düşündürüyor. Belki bir Instagram bildirimi, belki eski sevgiliden gelecek bir mesaj. Oturma odasında çok eşya yok; hediye gelmiş bir saksıda antoryum, yarısı dolu bir kitaplık, yer yer rengi solmuş bir halı. Kadın hayatı geçmişten gelen bir “dıt” sesiyle bugüne dönebilmek için yaşıyor.
Aydınlık bir oda, belki bir mutfak. Hayır, bir salon. Geniş bir masa, kalabalık bir ailenin rahatça oturup gülüşerek yemek yiyebilmesi için. Elbette o zamanlar önden bir çorba gelecek, esnaf usulü olmayan pütürlü bir mercimek çorbası veya babaannenin tarifi bir tarhana. Sonra etli, balıklı, tavuklu ama asla yalnızca sebzeli olmayan ana yemekler. Belki evin genç kızı giderek genişleyen basenlerinden daha fazla şikâyet etmesin diye az yağda yapılmış şehriyesiz pirinç pilavı. Bütün bunlara eşlik eden iki tek rakı ve çocuklar için de bol köpüklü açık ayran, ev yapımı. Küçük ikizler dışında tatlıya düşkün olan pek yok ama arada evin babası kendisine engel olamayarak yarım kilo baklava veya lokma alabilir. Annenin onaylamayan bakışları arasında tüm masa yemeğin sonunda ortaya bir ödül misali düşen kutuya saldırırlar. En sonunda anne de, elbet tüm çocukların paylarını aldıktan emin olduktan sonra, bir parçayı atar ağzına ve bunu itiraf etmeyecek olsa bile sever tadını. Şu an ise masa boş, ışıklar sanki bunu vurgulamak istercesine dikilmiş üstüne. Tabii, saat geç oldu. Yemekler yendi, bitişikteki mutfaktan su ve bir Sezen Aksu şarkısı yükseliyor. Masanın boşluğu ve üstünde gururla parlayan lambalar onun yalnızlığının değil ancak bu gece de görevini layığınca yaptığının göstergesi.
Bir anlığına tüm o hayatların parçası oluyorum. O atölyedeki heykelciklerden biriyim ve bir an için varlığına inandığım, dokunabildiğim, görebildiğim, düşecek gibi olsam beni tutacağını bildiğim bir yaratanım var. Biliyorum ki eğer düşersem benim parçalarımı bir kez daha özenle birleştirecek o yaratanım ve benim kırılmışlığıma aldanmadan tekrar tapınırcasına gezdirecek beni parmakları arasında. Bu gece sadece o bir şeylerin üstünde çalışırken onu uzaktan izleyebilmenin ve daha büyük bir anlamım kilden kemiklerimin ilişkilerinde hissedebilmenin tadını çıkarıyorum. Sarı ışık beni içine alıyor ve saniyede bir tekrar doğuruyor beni. Her yansımada farklı bir hâlim oluyorum ve yaratıcım başını masasından kaldırıp gözlerini etrafında gezdirdiğinde, her seferinde tekrar seviyor beni.
Perdeler bir kez daha aralandığında ve araya metreler girdiğinde bu sefer de yapay mavi ışıkla doldurulmuş oturma odasındaki saksıyım. Dilim damağım kurumuş, kırmızı çiçeğimin başı nefessizlikle eğilmiş aşağı. Sahibimin, ortağımın dertleri öylesine genişlemiş ve kaplamış ki evimizin her bir yanını, artık ona evimiz demek bile doğru hissettirmemeye başlamış. Kendi dertlerimi unutuvermişim o akşam devasa dikdörtgenin çakma dünyası karşısında. Bir geceyi daha beni dışarıdan gören kimsenin anlam veremeyeceği bir yalnızlıkla kapatırken boynumu büküyorum usulca. Göremiyorum kendimi ama biliyorum rengimin solduğunu. Böyle anlasa keşke, diyorum. Bir odada bir başkasıyla olmanın ve onu o uyurken izlemenin yalnızlığı gidermeye yetmeyeceğini anlasalar keşke.
Sonra… O yemek masası değilim. Ama üzerinde duran ve saatlerdir tek işi bir ailenin saadetini adım adım aydınlatmak olan o lambayım. İçimde yanan elektriğin sıcağı yakıyor beni, sığamıyorum sanki kabıma. Taşmak diye bir şey olabilse benim gibilerin lügatinde, taşacağım. Ah bir taşabilsem de atabilsem içimdekileri, çok mutlu olacağım belki de. Gördüklerime benzeteceğim o zaman kendi hâlimi de, benim mutluluk anlayışım bundan ibaret. Karanlıklarda edilen sayısız kavganın otantik halıların altına süpürüldüğü, tüm kadınlarının vücutlarından nefret ettiği, oğlan çocuklarının babalarından asla içten bir gülümseme göremedikleri, anne ve babanın yataklarını çocuklardan habersiz ayırdığı bu ailenin mutlu anlarını aydınlatmaktı görevim. Eğer ben olmasaydım, yemin ederim, lütfen dinleyin beni, hak vereceksiniz; ben olmasaydım bu aile bir dakika bile daha dayanamazdı gizledikleri tüm acılara. Kendilerini bir arada tutanın bu akşam yemekleri, aralarındaki sevgi veya çocukların okul masrafları olduğunu iddia edip durabilirlerdi ama gerçek ortadaydı işte. Ben burada durduğum, her gece, her gece, her gece onların bu şölenlerini aydınlattığım ve onların birbirlerini bir kez daha aydınlık bir açıdan görmelerine izin verdiğim için bir aradalardı.
Ve perde kapandı.
Güzel hayatlardı aralanmış perdelerden birkaç saniyeliğine yaklayabildiğim. Nefes gibi, koştuktan sonraki bir yudum su gibi, eski evimin kokusu gibi içime çekerdim o saniyeleri. İçerideki sarı ışığı, kimsenin dikkatle izlemediği bir filmi gösteren televizyon ekranını, anılarla eskimiş koltuğu, onda uzanan yumuşak vücutları, yerin ahşap parkesinde güvenle uykuya dalmış kediyi. Başladıktan sonra durmak imkansızdı, daha fazlasını istiyordum. Saniyenin onda birinde gördüğüm o eve, o odaya, o insanların hayatına dair mümkün oldukça çok şey öğrenmek istiyordum. Fakat bu arzum, oyunun kuralına tersti. Yürürken durmak veya geri dönmek yoktu. O zaman tutku seni boğazından tutup ele geçirmiş olurdu ve kaybederdin.
Kazanmak diye bir şey yoktu.
Yürümüyordum, kaçıyordum. Asker değil de bir avdım. Hayatım düşmüştü peşime. Bulduğu yerde beni tutup vuracağından korkuyordum. Hatalarım, geçmişim, geleceğim, sevdiklerim, sevmediklerim, zarar verdiklerim, pamuklara sarmak istediklerim, düşündüklerim, istediklerim hepsi bir olup beni kovalamaya başlamışlardı. Ne zaman? Bilmiyorum, belki dün, belki ruhum annemin rahmine düşmeden önce başlamıştı bu kaçış. O yüzden sağ ayak solun önüne ve sonra sol sağın ve böyle devam etmeliydi her şey. Eve gitmek zorundaydım, insan sadece bir yere kadar kaçabiliyordu ona güven vermesi gereken yegâne yerden. İşte tam da bu yüzden gitmeden önce misafir olmaya çalışırdım o güzel sokakların evlerinde yaşayan insanlara. O mutlu görünen ailelere, o yaratıcı kır saçlı adamlara ve o kayıtsızlık izlenimi vermekte çok başarılı olan zayıf genç kadınlara.
Yürüdükçe hepsi olabileceğimi sanıyordum ve evin kapısından girdiğim anda hiçbiri olamayacağımı anlıyordum. Bu oyunda kaybetmek yoktu. Kazanmak da. Perdeler kapanır, ışıklar söner, herkes uykuya kendini teslim ederdi. Ben hariç.