“Neyi zorluyoruz? Daha neyi ne kadar bekliyoruz be yetti canıma aaa!” şeklinde hararetli başlayan gün “azıcık daha su koysana” diye son buldu. Dokunduğum hayal-gerçek çatışmasından çok hikaye çıkar ama hepsini birden tüketmeyeceğim. Rutin olan her şey bugün de yerini buldu. Bir ara fırtına çıktı, akşama doğru bastırdı çokça. Terslik ki yürüdüğüm bir vakitti. Alnımın çatına çatına “senin sinüzitin neyim var mı?” diye sormadan esti de esti. Rüzgarın gücüyle yükseklik kazanmış olan A101 poşeti de ani bir inişle ayağıma dolanınca ‘ya sabır’ aktı damarlarımdan. Eve dar attım kendimi. Sonra pencereden artık etki edemiyorsun der gibi meydan okuyarak konuşmaya başladım rüzgarla:
-Baksana şu acelene, ne gerek var yani? Efendi efendi essen şöyle tatlı tatlı okşasan yanaklarımızı, biraz yeşilçam tadı alsak ne olurdu? İnsanlar da sana benziyor işte. Her şeyi hemen tüketmek istiyorlar. Neyse sen bak işine. Zaten söylediklerimin bir kelimesini bile anlamadın.
Sinirle kapattım pencereyi. İçerideki sıcak umrumda olmadı. Kafamı dinlemek daha önemli vücudumun isyanından. Kafa da kafa hani. En son Sokrates’in savunmasından kendiliğime dayanak çıkar mı diye düşünüyordum ki sen geldin aklıma. Alnına düşen bir tutam saçı geriye doğru tararken dünyanın ağırlığını reddetmeyi hayal ettim, sonra başını omzuma yaslayıp tüm hafifliğini zerresine kadar hissetmeyi.