Zamanı yenmeye çalışan biz insanlar, onun kölesi olduğumuzu unuttuk. Elimize alamadığımız, evirip bükemediğimiz, satamadığımız bir şey nasıl olurdu da en büyük yöneticimiz olurdu? Karşımıza alıp oturduk, bizim için bir ayrıcalık yapması için yalvardık. Tabi, dedi zaman, bıyık altından gülerek, gururlu bir tanrı gibi, elinizden geleni yapın, elbet ölümsüz olacaksınız. En büyük ölümsüz olma uğruna savaşa giriştik hemen: krallıklar kurduk, fabrikalar inşa ettik, aramıza duvarlar ördük. En büyük gafletimiz, zamanı, o kibirli tanrıyı aldatabileceğimizi düşünmemizdi. Büyük süpürgesinden geriye ne krallıklar ne fabrikalar kalır; duvarlar yerle bir olur ve her şeyin sonunda biz, toprağa karışırız. Bunu bir türlü bilmek istemedik.

(Aslında belki de haksızlık ediyorum, gökyüzünde milyarlarca yıl öncesinin ışığını gördüğümüz yıldızlar belki şu an öldüler, ama bizim için hayallerimizin önemsiz bir parçası olmaya devam ediyorlar. Öyleyse bu muydu yani, ölümsüzlüğe böyle mi ulaştılar? En sonunda birbirine benzeyen milyonlarca ölümsüzün arasında kaybolup giderek mi?)

Umutlu anlarımızda zamanın iyi gelecek bir ilaç olduğu söylenir. Umutlarımızı kaybetmeye görelim, zamana karşı kızgınlaşırız, elimizdekileri, yakınımızdakileri götürdüğü için ona asla dinmeyecek bir öfkeyle bakarız. Oysa zaman aynı zamandır. Kimse için boyun eğmez, bükülmez, satılmaz. Anlaşmaya varılamaz onunla, anlaşabileceğimiz tek şey algılarımızdır.

Zaman da, her şey gibi algılanmayı bekler. Algılarımıza göre şekillendiği gibi, onun dışında varlığı bizim tarafımızdan bilinemez. İlk nefesimizde üzerimize çöktü zaman, bizi sarıp sarmalayarak avucuna aldı. Başımızı ilk okşayan oydu, bir yandan son nefesimizde kanımızdan çekilip artık bizi yapayalnız bırakacağı anı düşlüyordu. Bundan sonra olacak her şeyi algılamamızı tembihledi, hazır zaman varken. Oysa zaman hep var, ışığını gördüğümüz en uzak yıldızın ışığı bize 14 milyar yıl önce yola çıktı; ne bankacılar, ne politikacılar, ne küresel ısınma varken, dünyanın, hatta güneş sisteminin yerinde tozlar uçuşurken… Yaşamadığımız onca zamana yakınıyor muyuz? Böyle bir zaman olduğunu bilebilir miydik ki? Tıpkı bunun gibi öldükten sonra zamanın akıp geçtiğini bilecek, ölümsüz olmadığımıza ağlayacak mıyız? Demeye çalıştığım zaman, benim için, senin için, yalnızca algılarımızın hükmünde gerçekten var. Algılarımızdan başkasını bilemiyorsak kendi zaman sınırlarımız bizim için sonsuzluktur. Bu sonsuzluğu doğru değerlendirmeli, ne de olsa elimizde olup olabilecek tek gerçek şey budur. Hayattan öncesine, sonrasına kanmamalı; şimdi elimizde olanları sahiplenmeliyiz.

Zamanı durdurabilmemiz için tek şansımız çevremiz üzerindeki yüksek farkındalığımız; yahut bir sanat eserine bakarken, dinlerken, okurken çevremizi unutuşumuz.

Tarih bir döngü; insanlıklarında- varlıklarında ısrarcı olmuşların döngüsü. Varlığının geçiciliğini kabul etsin etmesin zamanın farkına varmışların öyküsüdür bu. Yaşanılan her bir anın üzerimizde bıraktığı parçacıkları ölüm döşeğinde hissetmeliyiz, onları kabul etmeli, mümkünse sevmeliyiz.  Çünkü onlar bizim zamanımız, bizim gerçekliğimiz. Her şeyiyle bize aitler.

Ayağa kalkmanın ve dünyayla yüzleşmenin zamanı; bize acı veren ne varsa hepsini bir anda avucunda sıkmanın ve varoluşun belirsiz farkındalığıyla yüzleşmenin zamanı.

Zaman az, yapılacak çok şey var. Aceleye getirmemeliyiz hiçbir şeyi, ama zaman kaybetmemeliyiz. Hayatı nasıl yaşayacağım artık? Olduğu gibi ve oluruna.