Son dal kırıldığında yeşerdi ağaç, ve son damla kuruduğunda yağdı yağmur. Ansızlıklar ve sonsuzlukların kırıldığı vakitler uygun görülmüş umutlarca. Savaşın kaybına dair metalik kokunun havaya karıştığı anda şafakta görünen dost askerler gibi, ya da düşüyormuş hissini yaşadığın yarım saniyenin ardından ayağına temas eden basamak gibi. Umbrayı görmeden doğmuyor güneş ve parayı vermeden çalınmıyor düdükler.
Sevemiyorum bu yüzden hayatı, belki de budur amacı. “Hayat’ın amacı” diyorum, “yaşamlarımızın amacı” değil, bizzat “Hayat’ın amacı.” Vücut bulacak olsa da gelse karşıma. Sorsam gırtlağımdan yükselecek ne kadar hırıltı varsa. “Neden” diye bağırmanın ötesine geçsem. Yaptıklarından zevk alıp almadığını sorsam. Ne kadar acınası göründüğümüzü sorsam. Bize gülerken gözlerinden gelen yaşları, izlerken kaç keyif sigarası içtiklerini sorsam. Kursakta bıraktıklarının, ukdelerimizin koleksiyonunu yapıyorlar mıdır?
“Tarih: 16.10.1997
Kişi: Anonim
Bırakılan ukde: Var olmak, kabul görmek.”
Alfabetik midir kronolojik midir bilinmez, kendi yazıp kendi oynuyor. Kaderi de yapmış yancısı, günleri gelene kadar defter dolduruyorlar işte. Ama ne yapsınlar ki? Haksız sayılmazlar. Düşünsenize; hayat olmak ne kadar sıkıcıdır. Benliğinizden içeri “sürpriz,” “beklenmedik” ya da “merak” gibi olgular yok. Kader olmak ne kadar berbattır, varlığın hakkında herkesin farklı bir fikre sahip olması ama tüm o fikirlerin birbirinden yanlış, anlama kazalarından oluşması. Sayesinde var olduğunuz ve sayenizde var olan yaratıkların 70 yıl gibi kısacık ömürlerinin belki her gününde sizi yargılıyor ve sövüp sayıyor oluşları. Sizi anlıyorum, ama siz bizi anlamıyorsunuz.
Haklıyım.
Bomboşsunuz.
Meğerse şaşılacak derecede bomboşmuşsunuz.
Şimdi bağlasam ikinizi birer sandalyeye, zamanda mekânda sıkışsak. Yaşamasam. Varolmayışımla işkence etsem size, zerre zerre silinseniz. Çığlıklarınız kulağıma dolsa. Sen ölsen Hayat, kanın zemine kazınmış kısa kısa milyarlarca mektubun oluklarını doldursa, cesedini altında ağladığımız yorganlara sarsak. Ve sen sakat kalsan Kader. Eleğini duvara assan artık. Etliye sütlüye karışmadan otursan evinde. Hakkında düşünülmedikçe biraz daha yorulsan. Düşsen iyice elden ayaktan. “E yaşlandık tabii” diye bahaneler uydursan Hayat’ın mezarı başında. Baktığın çiçekler solsa, güvercinler camından yemlenmeyi bıraksa, televizyonun bozulsa. Yünün bitse, şişin kaybolsa. Salça almaya çıkamayışını ve salça olamadığın hayatları düşünüp de kahrolsan o dört tane duvarın arasında.
Anlar mıydınız kalbiniz hâlâ çarparken ölmeyi? Anlar mıydınız gülmeyi unutmayı? Ve anlar mıydınız boğazınıza oturan o yumruyu, yumruğu?
Bunlar olsa anlar mıydınız bizi?
Bir yarışma yapalım ne dersiniz? Adı “Ölümüne Hayat” olsun. Sizlere insanların hislerine ve düşüncelerine dair sorular sorayım. Elbette cezalı olacak ki reyting yapsın değil mi? Belki Youtube’a bile yükleriz “Hayat’ı Kader’e Kırdırdım (ÇOK RİSKLİ OLDU!)” ya da “Kader Öldü Hayat Yaralı (+18 SİLİNMEDEN İZLE)” gibi başlıklarla baya izlenebilir. Ve hayır, ben clickbait’ten bahsetmiyorum… Attığınız çığlıkları reytingleri katlar elbette, gözyaşlarınız, yalvarışlarınız reytingleri katlar. Malum, medya böyle bir şey.
Sıra sıra sorduğumuz soruların cezalarını izleyicilerin yazdıkları kişisel hayat hikayelerinden seçsek, cezanızı çekebilmeniz için bir simülasyon yaratsak. Size bir yılda kaç çocuğun tecavüze uğradığını sorsak ve yanlış cevap verirseniz aynısını yaşadığınız bir simülasyona soksak sizi? Dolandırılıp her şeyi elinden alınanların yerine koysak, sarhoş bir sürücünün çarptığı durakta bekleyen masum hamile bir kadın olsanız mesela? Nefsi müdafaadan hapse girseniz, intiharı tatsanız, depresyonu, özgüven eksikliğini, aşağılık kompleksini, düşüncelerin başınıza yaptığı ağırlığı bir tatsanız? Anksiyeteyi, ampütasyonu, savaş yaralarını, masum bir insan olarak ölümü tatsanız… Dayanabilir misiniz?
Siz, Kader ve Hayat!
İnsan olmaya,
Dayanabilir misiniz?