Onu bulduğumda çatı katında çaresizce kurtarılmayı bekleyen bir kedi gibiydi yahut kurtarılmaktan
umudunu kesmişti. Tozlu rafların altında, üzerine serilmiş yalandan bir örtüyle mezarına
gömülmüştü. Örtüyü kaldırdım ve bedenini tozların uçuştuğu havaya maruz bıraktım. Titremesi
kesilmiş, buz gibi donmuştu sanki ya da sıcacık, üzerindeki ellerin hayaliyle sıcacıktı. Parmaklarımı
önce siyah gövdesinde, sonra beyaz tuşlarında gezdirdim. Bir tuşa bastım. Derinden gelen
sesle irkildim. Etrafıma bakındım, onca eşya olmasına rağmen burada yalnızdım. Yaramaz bir
çocuk gibi içimden gelen bir istekle bir tuşa daha bastım. Tozlar havalandı. Ardından bir tanesine
daha ve bir öbürüne de. Diğer elimi getirerek notalara uygun akortları bastım. Gözlerimi kapadığımda
tozlu tavan arasından çıkmıştım. Şimdi dedemin yanı başında, onun izci evinin arka odasındaydım ve etraf da bir hayli kalabalıktı. Anneannem kısacık saçlarını kıvırtmış, kırmızı rujunu
sürmüştü ve elinde zarifçe bir bardak tutup yanındaki arkadaşlarıyla konuşmaktaydı. Bu arkadaşları
öğretmen okulundan olmalıydılar, hepsinin yüzü anaç ve disiplinliydi. Ama bu disiplin izcilikten
kaynaklanıyor da olabilirdi. Yine de izcilik biraz delilik de gerektirirdi. Dedemden anlamıştım
bunu. Koca göbeğini şişiren mor gömleğinin üzerinde papyonuyla yanımda oturup kalın parmaklarını
piyanonun tuşlarında rastgele gezdiriyordu ama nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde
her zaman güzel bir şarkı çıkarıyordu. “Hissederek” çaldığını söylerdi. Notaları bilip bilmediğini
bilmezdim. Ama notaları bilen bir arkadaşı vardı, yine birlikte dağa çıktığı arkadaşlarından. Yanında
piyanoya yaslanmış şarkı söylüyordu şimdi. Oldukça babacan ve kısa boylu bir adamdı;
çocukluğumda doğum günlerimde beni eğlendirmeye gelirdi hep. Sonra dedemin kız kardeşleri
de buradaydı. Dedem gibi masmavi gözleri ve sarı saçları vardı ikisinin de; bir hayli hoş kadınlardı.
İçkiyi biraz fazla kaçırmıştı biri, kahkahalarla gülüyordu sürekli, ama bu her zaman yaptığı bir
şeydi. Dedeme çok benzerdi, ağzına geleni söylerdi. Öbürü biraz daha ketumdu; onu daha önce
bu odada hiç görmemiştim, ama gençliğinden olsa gerek, oturduğu koltukta müzikle beraber iki
yana sallanıyordu. Dedem arkadaşıyla beraber şarkılar söyleyedursun, annemle babamı gördüm
karşıdan. Genç birer kertenkele gibi kıvrılıp duruyorlardı. Annemin saçları kabarık ve kıvırcık, babamın
yeniyetme bıyığı ve altında incecik dudakları vardı. Müziği dinlemek için durmadan bizim
olduğumuz tarafa bakıyordu. Dedem de bir yandan onları gözlüyordu tabi, piyanonun tuşlarına
bakmasına gerek yoktu çalması için. Birden ayağa kalktı ve piyanoyu çalmasını bana bıraktı. Ben
kaldığı yerden devam ederken o herkesin ortasına geçti ve kollarını iki yana açarak dans etmeye
başladı. Ağzından ritmi vererek bana yardımcı oluyordu. Gözleri kapalıydı ve bale yapar gibi süzülüyordu. Baleyi, özellikle buz pateni balesini seyretmeyi çok severdi. Fiziksel olarak ne kadar
kalın bir adamsa içinden bir o kadar da zarifti. Anneannemin utanarak bakışlarını kaçırdığını ama
bıyık altından güldüğünü gördüm. Sonra dedem ona doğru gitti ve ellerinden tutarak onu da
odanın ortasına dansa getirdi. Onlar dans ederken sanki kendileri değil, oda dönüyor gibiydi.
İzci evinin ışık almayan arka odası, birden bir balo salonuna dönmüştü. Yukarıdan sarkan kristal
avizenin sarkaçlarına her seferinde birine olmak üzere dokunup oynamayı çok severdim. Bu
odada dans eden insanlardan başka bir de kitaplar vardı: ilk basımlar, İngilizce, Fransızca kitaplar, müzik notaları, ansiklopediler, sözlükler, dergiler… Dedem edebiyatçıydı, kütüphanesi çok
genişti. Ben her şeyi öğrenmeye buradaki ansiklopedilerle başladım. Özellikle dinozorlarla ilgili
olanlarıyla. Yüzyıllar öncesinin canavarları ve devasa boyutta yumurtaları. O zaman öğrendiğim
bilgiler bile çok ilkelce yerleşirdi kafamda. Doğumu ve ölümü oradan öğrendim ama dinozorların
çoktan ölüp gitmiş olduklarını anlamam bir hayli zaman aldı. Hikâye anlatmasını da çok severdi
dedem. Küçükken anlattığı her şeye inanırdım; ister gerçekçi ister hayali olsun. Eski hayatında bir
balet olduğunu söylerdi mesela, ya da bir kovboy, bazen de bir astronot. Bu yüzden yaşayacağım
bir sürü hayat olduğu hissine kapılırdım. Bu, hayatlarımdan yalnızca bir tanesiydi; bir diğerinde
bir prenses, ya da bir orman çocuğu olmak isterdim. Onun yalnızca bir edebiyat öğretmeni
olduğunu, ne bir balet, ne bir kovboy, ne de bir astronot olduğunu bir anda öğrenmedim. Ama
zaman geçtikçe hayallere olan inancım yavaş yavaş kayboldu. Onun ise asla kaybolmazdı. Büyüdüğümü
gördü ama hayallerini anlatmaktan hiç vazgeçmedi. Oksijen tüpüne bağlanıp televizyon
karşısında oturmaya maruz kaldığında bile izlediği baleleri göstererek kendisinin de bir balet
olduğunu yineleyip durdu. Anneannem ona niye hep kızardı bilmem. Ama büyüdükçe ben de ona
kızmaya başlamıştım. Neden kızıyordum bilmiyorum, belki imreniyordum. Sanki başka bir dünyada
yaşıyordu o. Dertlerin olmadığı, hiçbir şeyin önemsenmediği toz pembe bir dünyada. Ve o
dünyasında yalnızca kendisi vardı. Bu izci evinin arka odasının duvarları kendi kafasıyla doluydu
mesela. Müzik dinleyip dans ettiği, kitaplar okuduğu, bazen arkasına izcileri takıp dağa çıktığı
bir dünyası vardı ve bunun için ona kızıp duruyorlardı. Gülmesini bilirdi, benden daha çok hem
de; farklılığına tahammül edemeyenlere gülüp geçerdi. Son ana kadar güldü. Müzik dinledi, dans
etti. Hayatını istediği gibi yaşamadı belki ama hayatını istediği şekle sokmasını bildi. Zaten nasıl
istediği gibi yaşayabilirdi ki? O sınır tanımayacak bir sanatçıydı, ama imkanların yeterli olmadığı
bir yerde dünyaya gelmişti. Böylece kendi dünyasını yaratmış, orada gönlünce şarkılar söylemişti.
Onu çok az tanıdım. Çocukluğumun bir anısı olarak kaldı. Dizinde oturarak geçirdiğim günlerim
vardı. Ama nedense gözlerimi kapattığımda onu orada kristal avizenin altında anneannemle dans
ederken görebiliyorum, oysa bunu hiç görmedim. Bu insanları bir arada hiç görmedim ben, çünkü
çoktan yaşları gelip geçmiş ve ezilip büzülmüşlerdi. Dedemi gördüm yalnızca burada. Piyanonun
başında, gözleri neredeyse kapalı bir şekilde ve kendinden geçmişçesine şarkılar çalarken, bir
de belki bu dansın hayalini kurarken. Yanına oturdum ve onunla beraber çaldım. Kimseyi kandırmanın
lüzumu yok, onun dünyasını anlamaya çalışmadım, çocukluk yaşlarım bitince herkes
gibi yargıladım. Ama o bize kulaklarını tıkadı. Gülüyordu ve dans edip şarkılar söylemeye devam
ediyordu. Yaşamayı severdi, ölümden çok korkardı. Bilmeden gitti ölüme, gülerek ve espriler yaparak; belki de en iyisi böyleydi.
Gözlerimi açtım. Dedemin kafalarından oluşma salon kayboldu, anneannem, kardeşleri, annem
ve babam yok oldu, onlarla beraber güzel ve saf olan ne varsa da kayboldu. Yalnız bu tozlu tavan
arası kaldı bana. Bir de bu tozlu piyano. Önünde dedemin şarkılar söylediği ve hayallerini anlattığı
piyano. Şimdi büyüyorum ama her zamankinden çok anlıyorum hayallerini. Yaşlı adamın içine
sığmış onlarca yalandan hikâyeyi. Belki kocaman göbeğinde saklıyordu onları. Dünya, hayalleri
için fazla küçük olsa gerekti.