“Money
It’s a crime”
Roger Waters
Los Angeles’ta dolaşan bütün paraların üzerinde bir miktar kokain var. Nasıl? İnsanlığın bu kağıtlarla kurduğu ilişkiyi anlatan bir gerçek değil mi? Banknot değil, kâğıt demeyi seviyorum. Tamamen pamuk elyafından yapılan bu ufak tanrılara herkes gibi kâğıt demek komiğime gidiyor çünkü. Gerçekleri değil, tanıdık ve kolay yalanları kabul eden bir toplum. Bir şey çağrıştırıyor mu?
Amaan, boşa konuşuyorum böyle. Siz bunları sevmezsiniz. Siz bunları anlamazsınız. İlgi çekici olması için dedikodu gerekli, kurgu gerekli. Başkalarının hayatlarının en özel noktalarına burnumuzu sokmalı, onların acısından zevk almalı, sevinçlerini kıskanmalıyız değil mi? Ne kadar sefil ne kadar garip hayatlar görürsek kendi hayatımız böyle olmadığı için o kadar mutlu oluruz değil mi?
Pekâlâ. İstenilen hayat hikayesi geliyor. Dinle.
Babam yüzü terli, bodur bir adamcağızdı. Özünde zavallıydı, mesleken de şişman ve pısırık bir manav. Tatlı yemeyi sevmesi dışında hayatıma pek bir etkisi olmadı. Ama o etki, yıllar sonra bir çığa dönüşecek olan şimdilik masum bir kartopuydu. Erkenden yuvarlandı.
Erkenden dediysem çocukluğa, okul öncesine gitmek gerek. Bir akşam evde üç kardeş saçma sapan oyunlar uydurup oynuyoruz. Oyunda kullanmak için anahtar lazım. Doğuştan yavşak bir politikacı olan abim hemen babama gidip tatlı tatlı anahtar istiyor. Peder eli arka cebe atıyor. Anahtar çıkıyor tabi, ama yanında buruşuk, kırmızı bir kâğıt da var. “Napoliteeeen” diye bağırıyor doğuştan maymun iştahlı bir şımarık olan küçük kız kardeşim. Anam çocuklara da ver diyor. Babamın yüz napoliten çikolata kırmızısı. Bütün çekmeceyi yemiş ayı. Üstüne bir de anamdan kalay yiyor. Yarın çocuklara çikolata getirmesi gerektiğini pek de kibar olmayan bir yoldan öğreniyor böylece.
Yarın akşam olup da zil çalınca üç kardeş kapıya yığılıyoruz. Küçüklük ya, çikolata heyecanı. Başka heyecanlarımın olduğu son anlar olduğunu nereden bilebilirdim. Babam merdivenleri çıkıyor, eşikte bizi görüyor. Bıkkın bir suratla “içeri oturun, vercem çikolata” diyor. Koşa koşa salondaki koltuğumuza gidip oturuyoruz. Ayakkabılarını çıkarıp elini yüzünü yıkadıktan sonra babam geliyor. Elini sağ ön cebine daldırdığınca şıngır şıngır sesler odayı kaldırıyor. Bize açılan bir avuç. Üç tane kırmızı napoliten. Abim ve kız kardeşim hemen kapıyor.
Ben duruyorum. O avuçta çikolatadan başka şeyler de var. Gözümü onlardan alamıyorum. Farklı büyüklüklerdeki parıltılı daireler. Işığın altında ne kadar parlak ne kadar güzeller! Hepsi başka başka renkte, üstlerinde başka başka desenler, yazılar var. Sonradan lale motifli beş bin lira olduğunu öğreneceğim parlak daireme hevesle dokunup babama “ben bunu istiyorum” diyorum. Pek önemsemiyor, “sonra bana geri ver.” demesiyle beraber parayı bana bırakıyor. Sonra da kalan napolitenin kağıdını sıyırıp ağzına atıyor.
Madeni beş bin lira tabi ya, siz de hatırlarsınız. Bolca bakır, biraz da çinko ve nikel. Akp öncesi nur topu gibi bol sıfırlı yıllar. Babam çocukken en büyük madeni para yüz liraymış. Benim ilk aşkım ise laleli madeni beş bin lira idi. İlkokula gittiğimde ise artık çiçekli böcekli güzel zamanlarını geçmişte bırakmış, buz gibi soğuk ve düz madeni iki yüz elli bin lirayı gördüm. Enflasyon garip bir şey değil mi? Benim yaşım daha bir basamak büyümeden kuruşlar iki basamak birden gidiyor. Öbür yandan Mesut Turgut ile didişiyor, Tansu cenab-ı allahı bize emanet ediyor.
Tabi o zamanlar bunların farkında değildim. Hatta Türkiye’de ne oluyor, dünyada ne oluyor pek ilgisizdim diyebilirim. Çünkü küçücük yaşta büyülenmiş, tek bir dünyaya (ama en büyük dünyaya) hapsolmuş, onu boydan boya keşfetmekle lanetlenmiştim.
İlginç olan şey ise aslında herkesin benimle aynı okyanusta olmasıydı. Tek sıkıntı kendilerini bir göl, hatta kirli bir su birikintisinde gördükleri için tabi oldukları dünyayı anlayamıyorlardı. Sorumlu, ama kavrayıştan yoksun kitleler.
Ne mi demek istiyorum? Para denilen orospu herkesin eline geçiyordu. Kiminde az, kiminde çok ama illaki herkeste bir tutar vardı. Ve bu yığınlar bütün hayatlarını ya az gördükleri tutarı çok yapmak uğruna ya da sahip oldukları az tutarlı şeyleri çok tutarlı şeylerle değiştirmek uğruna harcıyordu. Yani evet, bugün bakıp pişkin pişkin yorum yapınca “paraya takıntılı” kişi bendim, ama gerçekte paraya takıntılı olmayan bir kişi bile yoktu, sadece itiraf etmeyen milyonlarca yalancı vardı.
Dünya üzerinde var olan bütün gücü tek bir araca bağlayan bir sistem yaratmış insanlık. Küçücük çocuklar bunun farkında, yetişkinler farkında, herkes bunun farkında esasen. Ancak bu gerçeğin doğal sonucu olarak sürekli konuşulması gereken en önemli şey: bu güce erişmenin yolu tabu olmuş, “ayıp” addedilmiş bizi sahip olduğumuz bencil, iğrenç doğamızla yüzleştirecek diye. Sonuç? Ahlaklı insanların süründüğü, en iğrenç olanların bunun tamamen farkında olarak pek çok gücü elinde topladığı bir sistem.
Yine sıkıldınız değil mi? Ne güzel çikolatalı aile hikayeleri anlatırken birden ahkam kesmeye başladı yine mi dediniz? Pekâlâ pekala, kahramanları anlamak değil onları izlemek ve kendinizi onların yerine koymak istediğinizi biliyorum. Hiç sorun yok, ben hikâye anlatmayı da severim. En son nerde kalmıştım?
Hah evet, ilk olarak desenli ve parlak madeni paralar ilgimi çekmişti. Uzun bir süre onlarla oynadım, onları sakladım. İlkokula geçtiğim zaman kağıtlar da ilgimi çekmeye başladı. Cumartesileri babamın dükkanına gittiğim zaman kasada beş milyon, on milyon gibi büyük kağıtları görürdüm. Onun dışında anam bana kantinden simit ayran alayım, arada bir çikolata, bisküvi lokum alayım diye Kızılkule’li mavi iki yüz elli binler, anıtlı mor beş yüz binler verirdi. Bir kere haberlerde sahte para basıyorlarmış duydum diye hemen ışığa tutup filigranına, emniyet şeridine bakardım. Zira sahte para oradan belli olur demişlerdi polis amcalar babama bir vakit, hiç unutmadım. Çocukluk aklı işte, sahte param olacak diye ödüm kopuyordu o zamanlar. Sonraları sahte para içinde yüzeceğimi, yakalanmamak için dolu dolu anadoluyu gezeceğimi nereden bileyim. Biraz da kaderin cilvesi işte, Oedipus misali neyden kaçtıysan sonradan kendini tam kucağında buluyorsun. Para da efsanelerden, felsefelerden azade değil tabi. Neyse, simit ayran parası diyordum değil mi? Bu konuya dair bir iyi bir kötü haber var: iyi haber, anamın verdiği paralar doymama yetecek kadardı. Bazen okula gitmeden evdeki kahvaltıda çok yemeyi başarabilirsem okulda hiç harcamayıp paramı saklayabiliyordum bile. Kötü haber, bu saklayabildiğim para çok azdı, yetmiyordu. Daha çok param olsun, evde bir köşede onları okşayayım, aynı değerdeki paralarda bile olan küçük farkları bulayım, bana gelesiye kadar her birinin yaşadığı macerayı hayal edeyim istiyordum.
Artık haberlerde mi duydum, gazetede mi okudum hiç hatırlamıyorum, bir şekilde “çek” diye bir şey duymuştum. Ne olduğunu tam öğrenmek için bir akşam okul dönüşünde mahalle kahvesine uğrayıp DSİ emeklisi Nevzat amcaya sormuştum. Çünkü anamın bir keresinde Nevzat amcanın oğlunun banker olduğunu, paraya para demediğini söylemişti. Nevzat amca da oğlundan öğrenmiştir bu para işlerini diye ummuş, işime yarayacak kadarını da öğrenmiştim açıkçası. İnsanlara para vermek yerine çek denilen şeyden yazıyormuşsun, imzalayınca para yerine geçiyormuş o. “Bu çek karşılığında filanca emrine yalnız filanca Türk lirası ödeyiniz” altına bir tarih, bir imza bitti gitti demişti Nevzat amca. Ben de düşündüm ki para vermek yerine çek yazıyorsak para almak için de yazabiliriz yani değil mi? Şimdi gülme hemen, gerçekten işe yaraması çok daha komik oldu.
O akşam oturdum, çıkardım cetvelimi makasımı Nevzat amcanın anlattığı gibi dikdörtgen kağıtlar kestim düzgünce. Sonra dolmakalemimi çıkartıp gerektiği yerlerde boşluk bırakarak öğrendiğim çek metnini yazdım. Altına adımı soyadımı yazıp, el yazımdan bir imza uydurdum. Ertesi gün okula gittiğime ellerimle hazırladığım, özenli bezenli çekleri gösterdim arkadaşlarıma. Dedim ki arkadaşlar, babam bana dedi ki bizim evdeki paralar çok eskimiş. Yeni paralar almak için elimizdeki eskilerin üstüne biraz daha koyup yenilerini almak gerekiyormuş. Şimdi ben size iki yüz elli bin liralık çekler yazıcam, siz bana o çekler için yüz bin lira verin. Babanız bankaya gider bu çeki bozdurur siz de yüz elli bin lira kazanırsınız. Parası olan hepsi koşturmasın mı ilk günden! Dile kolay, bir milyon beş yüz bin lira ile eve döndüm diye ağzım kulaklarıma varmıştı. Hemen evde saklı köşeme koydum kâğıtçıklarımı. Seri numaralarını ezberledim, kimden hangisini aldığımı tek tek not ettim. İlk paramı kazanma hikayemin böyle olması çok değerli, hayatımın kalanına çok uygun. Belki aklınıza hemen Ponzi gelmiştir. Ya da vazgeçtim, siz onu nereden bileceksiniz. Aklınıza Çiftlik Bank Tosuncuk gelmiştir. Fena olmayan bir kıyaslama. Ama yapılan işin küçüklüğü ve acemiliği düşünüldüğünde Emerich Juettner daha uygun gibi geliyor bana. Zaten sonradan onun gibi yakalandım. Sonradan dediğime bakmayın tabi, çocukların anası babası akşam olanları fark edince hemen ertesi gün beni müdüre şikâyet etmişler. Önce hakkıyla müdürden bir dayak, sonra da anamdan. Zorla paralarımı sakladığım yeri gösterttiler, hepsini alıp geri dağıttılar. Yirmi dört saat bile sürmemişti yani zaferim. Bu açıdan bakınca yıllarca polisten kaçmış Emerich’e biraz haksızlık ediyorum sanırım. Gerçi öff, sizin için hiçbir farkı yok, boşverin.
Siz, siz, siz demekten yoruldum aslında efendim, beyzadem. Size Hakan demem uygun olur herhâlde değil mi?
Baş parmağını onay beklercesine adamın yüzüne doğrulttu. Sandalyeye bağlanmış adam hiçbir tepki vermedi. Sadece dakikalardır olduğu gibi kocaman gözlerle bakınıyordu.
Uygundur, uygundur Hakan. Zaten sen “siz” denmesini hak etmiyorsun, büyük büyük dedelerin, İngiltere’den bağımsızlığını kazanmış kapitalizmin beşiğinde servet saklamayı başarmış dedelerin sonsuz saygıyı hak ediyor.
Half Eagle, Draped Bust. Daha önce duymuştun değil mi?
Adam huzursuzca sandalyede silkindi, iplerden kurtulmasının imkânı yoktu.
1822’de Amerika’da darp edilen uyduruk bir beş dolarlık maden. On sekiz bine yakın basmışlar o zaman. Sonra 34’te neredeyse hepsini eritiyorlar içindeki altın miktarını azaltmak için. Tabi “neredeyse hepsi” diyorum, çünkü senin dedelerin gibi ileri görüşlü zenginler parasına sahip çıkmayı bilmişler o zaman da. Yıllarca usulca saklamışlar, kuşaktan kuşağa aktarmışlar değerli madenlerini. Dünyada birkaç tane kaldığı biliniyor, sizin ailenizin gizledikleri dışında elbet. O zamanın beş doları şimdi ne kadar ediyor biliyor musun Hakan? Biliyorsun biliyorsun, milyonlarca dolar. Sakladığınız yeri de biliyorsun ve bahsetmeye hazırsın ayrıca değil mi?
Bıçağın soğuk yüzü yanağında gezinirken gözünden akan yaşlar ağzındaki tıkaç yüzünden gerilmiş dudaklarına doğru akıyordu.