Sana anlatmak istediğim her şeyin aslında kendime itiraf etmekte zorlandığım şeyler olduğunu
söylemeliyim. Seninle her ne konuşmak istemişsem, senin bunları gördüğünde tanıyacağını
bildiğimden. O tanıdık hissi bildiğini, ama bununla nasıl baş edeceğini bilmediğini de biliyorum.
Yalnızlık hissi gibi bir şey bu his, ama öyle yalnızlık deyince akla ilk gelenlerden değil. Küçüklükten beri
kalbimde ağırlığını duyumsadığım kaybetme korkusu peşimi bırakmadığından bu hisle baş etmenin
yüz yüze, diş dişe savaşmak olduğunu sonunda anlamıştım. Ben de her yalnız hissettiğimde kendime
sarılır ağlarım. Bazen sarılacak bir ortamda olmam, o zaman çevremdeki dekorun bir parçası
olabilmek için parklara yönelirim. Ağlama parkları hep bir yerlerde yardımıma koşar. Dünyada beni en
iyi tanıyan o kişinin bırakıp gideceğinin her farkına vardığımda gelir bu his daha çok içime. Sanki
dünyamı kocaman bir ateş küresiyle takas ediyormuşum gibi olur. Her şey, ama her şey anlamsızlaşır.
İşte o zaman gerçekten yapayalnız kalırım.
Neden mi sana anlatıyorum? Çünkü, olan biten her şeyden sonra bu konuları seninle konuşmak
kendimle konuşmaktan daha kolay. Çünkü sen dünyada beni dinlemeyecek tek kişisin. Biriyle yan
yanayken dürüst olabilmek zor bir eylem. O yüzden yanımda olmamana seviniyorum. Aramızda
mesafe varken zihinlerimiz neredeyse bir olacak kadar yakınlaşıyor.
Seni kendiliğinden alıp zihnimin içine sokmak bana kimliksiz zamanlarımı hatırlatıyor. Unutma,
diyerek kendime hatırlatmam gerekiyor yanlış bir şey yapmadığımı. Sakin ol, diyorum, her şey seninle
ilgili değil. Sonra ben de kendimi bu sözlere inandırmaya karar veriyorum. Ya inanmamışsam?
Demiyorum artık, inanıyorum. Gerçek göründüğü kadar basit değilse bile onu çözemeyeceğim kadar
karmaşık(mış). O nedenle ben de pembe yara bantları takıyorum duvar çatlaklarına. Zaten bir anlam
ifade etmiyorlar, en azından güzel gözüksünler ki ağlarken gülebileyim. Gülerken ağlamayı da
başarırsam, bu iş tamamdır. Ama o zaman seninle konuşmayı da bırakırım çünkü ağlayabilmek için
sana ihtiyacım kalmaz.
Peki, ya sana artık ihtiyacım kalmazsa? Bu seninle aramızdaki her şeyi bitirmek için tek engel,
biliyorsun. En güvenli saklanma alanımı yok edemem. Hem hayatta o kadar profesyonel olmak
istemiyorum ben, hep çocukça yaşamak istiyorum. Böylece keyifli olduğumda etrafımdaki herkesi de
keyiflendiririm, üzgün olduğumda ise insan olduğumu unutmayıp yardıma ihtiyacım olduğunu kabul
ederim. Yani gülerken değil ağlarken ağlarım, tam bir çocuk gibi.
Sonra o ünlü caddeye çıkıyorum ve art arda dizilmiş binaları izliyorum. Hepsi ayrı bir binaya aitmiş gibi
gözüken, alt alta duran pencerelere bakıyorum. Hepsinin hikâyesi farklı. Eski dünya partisi, orta dünya
kulübü, yeni dünya düzeni. Kazananlar, kaybedenler ve savaşanlar. Kırtasiyelerde her gün dönen ufak
dünyalar. Avukat büroları, dişçiler, insanlar özdenetimden yoksun olduğu için hocaları işsiz kalmayan
dil kursları. Balkonlarında ufak çiçekler varsa bir kadın derneği olabilir, gidip bir selam vermek lazım.
Yeterince yukarı bakıp başım döndükten sonra bakışlarımı tam karşıma dikiyorum. Hızla yarışan
arabalar, ambulanslar, 135 numaralı otobüs. Sen yine yoksun. Sana benzeyen birileri mutlaka var ama
zihnimi çelecek kadar güçlü bir benzerlik değil bu. Zaten ben de seni bulmamaya çalıştığım için
burada duruyorum. Senin olduğun yer en insansızı, en uzağı. Ben manzaranın keyfini çıkarmak
istiyorum. Mesela pencerelerdeki dünyaları hayal ediyorum, gözümde bir an minyatür evlere
dönüyorlar. Bütün odaların içinde bir hayat var, bu da sararmış duvarları ve tozlu pencereleri çirkin
şeyler olarak görülmekten kurtarıyor. Artık hayattaki bütün gizemler çözülmüş gibi hissediyorum.
Nasıl rahatım ve huzurluyum, bilsen beni kıskanırdın.

Şimdi buradayım ve bu hayatlar bütün renkleri canlandırıyor. Yaşama tutunmanın yolunu başka
hayatlarda buluyorum ve zamanı bir kredi olarak görmüyorum. Onunla bir olmayı ve birlikte akmayı
öğreniyorum. (Bu kelimelerin ne anlama geldiğini tabii ki biliyorum!) Nasıl her sanat biçimi
keşfedilmişse, her yaşam biçimi de keşfedilmiştir. Ben sadece yaşamların içine giriyor ve parçalarını
birleştirip daha da anlamsız bir hale getiriyorum. Mesela burnu kulağa, kulağı ağza, ağzı da göze
yerleştiriyorum. O yüzden kimse beni duyularıyla algılayamıyor. Biraz sağdan, biraz da soldan
bakıyorum. Sonra biraz da geri çekiliyorum, işte bu, diyorum, buldum!

ve bir film daha bitiyor.