Gizini kimsenin bilmediği topraklar, gri bir dumanla örtünmüştü arabanın sarsıntılarla ilerlediği yolda. Yağmur yüklü bulutlar, göğün fünyesi gibi bir bir bırakıyordu camlara kurşuni damlalarını. Güneşin kuytusuna çekilmesine birkaç saat vardı. Havadaki kasveti dağıtan bir kızıllık çökecekti birazdan kentin üzerine. Zaman kısıtlı, vakit dardı. Soğuk, arabanın boşluklarından sızıntı vererek içeriye doluyor, dokunduğu her şeyi kanı çekilmiş bir ölü gibi donuklaştırıyordu. Direksiyonu kavrayan eller katılaşmış, kemikler belirginleşmişti. Eskiz defterine işlenmiş gibi duruyordu. Havadaki bulutların siyahi rengi, tüm gözleri perdelemiş, her yeri kurşun bir kalemle siyah ve beyaza boyamıştı. Mevsimlerden kıştı, etrafı yeşil, kırmızı ve beyaz renkleriyle süsleyen tek bir çiçek dahi yoktu. Yalnızca seyrelmiş ve sararmış otlar vardı yolun iki kıyısında. Onlar da esen rüzgardan başlarını kaldırmaya fırsat bulamıyorlardı. Haritaların isimsiz köşelerinde kalmış yerleşkelerin fıtratında vardı bu. Kendi tabiatında olanı yapmasına fırsat vermiyordu karanlığın ve kasvetin, çetin geçen bir kış gibi üzerine bürünmüş örtüsü. Rüzgâr, giderek sert bir dalga halinde yayılıyordu etrafa. Arabadan inip dışarı çıkmak için ya deli olmak gerekirdi ya da bir serüvenci… Onları yolculuklardan alıkoymayan bu merak, bir gün hangi günlüğü tutmalarına sebebiyet verecekti bilmiyorlardı. İki arkadaş, tarihi gizlendiği yerden çıkarmak için, elleriyle yeniden yontarak şekillendirmek için çıkmışlardı yola. Önlerinde duran, bir uçtan bir uca sürüp giden yoldan başka adresleri yoktu. Uzak bir kıtadan geliyorlardı, ismi hiç bilinmeyen, kulaklara aşina olmayan bir kıtanın körfezlerinden başlamışlardı yolculuğa ve yolculukları bugüne dek sürüp gelmişti…

“Sisin, yolculuğumuza sorgusuzca eşlik ettiği bir yerleşkeden geçmekteyiz. Saatler ilerlemekte. Hava kararmadan bir kalıntı, bir bulguya rastlayabilirsek ne âlâ.”

Araba, kıvrımlı virajları dönüyor; dönülen her virajda kendine yeni bir yörünge çiziyordu. Tekerler, usta bir nakkaşın titizliğiyle dizilmiş kaldırım taşlarından, toprak ve balçık dolu yollara uzanıyor, katedilen her mesafede başka bir yaşamın izinden gidiyordu. İki kilometre arasına bir milat sığdırılmıştı sanki. Görkemli binalar ve konakların ardından dışı sıvasız, tuğlalı evler sıralanıyordu. Kimi yerde akşamın habercisi güneş, kollarını gergin bir yay edasıyla açıp, sırtını evlerin penceresine yaslamıştı. Evlerin duvarlarına, güneşin turuncu şavkından silüetler çiziliyordu görünmez bir ressamın fırçasıyla. Ressam, fırçasını suya batırdığı an yağmur çiseleri damlamaya başlıyordu gökyüzünden. Güneş, yerini cüzzamlı bir hastanın solgun suretine boyanmış bulutlara bırakıyor, kendi köşesine çekiliyordu o vakit. Yol arkadaşları, etraflarına bir kartpostal gibi serilen büyülü manzaraları seyrediyor, geçtikleri her sokağın tarihi dokusunu soluklarına karıştırmak istercesine soğuk havayı ciğerlerine dolduruyorlardı. Genç adam, katılaşmış ellerinde kalemi zar zor tutarak notlar ekliyordu güncesine.

“Soğuk, bir şehrin kendine has kokusunu meydana çıkarıyordu. Üzerimize nüfuz eden soğuk hava dalgaları, vücudumuzu titretse de bize huzur veriyor. Her yer bomboş. Rüzgâr, boşlukta yayılarak arabanın içerisine doluyor, yüzümüzü, ellerimizi, kol ve bacaklarımızı kaskatı kesiyor; bizi putlaştırıyor.”

Putlar, heykeller, antik çağlardan bugüne uzanan taşlar, mimari yapıtlar, yıkılan evler, geniş araziler… Hepsi, ilmek ilmek işlenerek bugünün coğrafyasında geçmişin izlerini taşıyor, insanı kendine has güzellikleriyle büyülüyor, cezbediyordu. Genç dimağlarında canlandırdıkları yılları yakından görmek istercesine büyük bir heyecan ve tutkuyla başlarını durmadan sağa sola çevirerek, yeni bir iz arıyorlardı kendilerine. Aramak, aramanın telaşına düşmekti onları yola çıkaran. Üzerinden geçtikleri her bir toprak parçasının hikayesini betimliyorlardı zihinlerinde. Meydanlar, sokaklar, evler, tepeler, uçsuz bucaksız vadiler… Her biri farklı bir hikayenin izdüşümüydü. Araba ilerledikçe karşıda, yerle göğün birleştiği tepelerin üzerinde eski, çok eski bir kalıntı gözüküyordu uzaktan. Taşlar, yer yer dökülmüş, eski yapıların üzerinde oyuklar oluşmuş, ağaçlar yıkıntıların arasında boy vermeye başlamıştı. Uzak ve erişilmesi güç alemlerden inmiş gibi bir izlenim veriyordu görenlere.

“Yer yer buz tutmuş kavisli yolların bizi nereye ulaştıracağından habersizce ilerlerken, gözüme uzaklarda gözüken eski bir yerleşke takılmıştı. Yıkık dökük yapıtlarıyla, uzun mermer sütunlarıyla başka bir yaşama davet ediyordu bizi.”

“Başardık!” diyordu iki arkadaş. Kilometrelerce yoldan sonra eskinin o gizemli dokusuna gözle görülür bir mesafeden bakma fırsatı yakalamışlardı. Heyecanın bir serüvenciye verdiği o doyumsuz sevinçle baş başalardı şimdi onlar. Kim bilir hangi tarihi dokunun arasından, bambaşka yılların hikayelerinde gezintiye çıkacak, geleceğin karanlığıyla örtülü bir geçmişi aralayacaklardı.Bir serüvenci, mutlu olursa en çok bunun için olabilirdi. Gizli kalmış her şey, yazıya geçirilmemiş yılların dile getirilmeyen büyüsüyle gün yüzüne çıktığı an göç yolları yeniden kuşatırdı onları. Semaya doğru umarsızca kanat çırpan göçmen kuşlar gibi keskince süzülürlerdi kentlere. Daldan dala konarak, geçmişin haberlerini bir mektup zarfı gibi geleceğe taşırlardı. Adım adım yaklaşılan uzaklıkta bir anıt, o ücra yerleşke… Gün yüzüne çıkarken dikilmiş bir yaşam heykeli gibiydi yaşam belirtisi olmadığı halde. Direksiyonda oturan serüvenci gencin ayakları büyük bir hırsla gaza yükleniyor, uzun ve taşlı yolu tekerlerin altından kayarcasına geçmek istiyordu. O an, iki genç yol arkadaşının yüreklerini dolduran heyecan, soğuğu alt etmiş, derinden gelen bir zaferin aleviyle kirli bulutları tutuşturmuş, göğe kızıl bir renk salmıştı. Araba, süratle kavislerden geçiyor, tepeleri aşıyor, yıkıntılara anbean yaklaşılıyordu.

“Araba, kanatlanıp uçarcasına terk edilmiş bölgenin olduğu yere ilerliyor, bizi durmadan heyecana sevk ediyor; soğuktan titreyen uzuvlarımız şimdi heyecandan titremeye duruyordu.”

Etrafı bir sur gibi örten gri taş duvarlar, ardı sıra dizilen yüksek ağaçlar ve beyaz sütunlar… Antik çağların Batı’dan Doğu’ya doğru uzanan eşsiz dokusu… İki arkadaş, arabadan heyecanla inerek onları dibe çeken çamurlara bata çıka yıkıntıların arasına doğru ilerliyorlardı. İçlerinde sanki bin yıldır birikmiş bir koşma isteği… Hiçbir yol onlara bu kadar uzun ve bu kadar uzak gelmemişti. Ağaçların, rüzgarla birlikte ciğerlerine dolan kokusu başlarını döndürüyor, dizlerinin çözülmesine sebebiyet veriyordu. Tam karşılarında duran bu terk edilmiş bölge, şimdi elleriyle dokunarak aralıyacakları tarihi bir kapının ardında, yanıbaşlarındaydı. Her yer beyaz, bembeyazdı. Bir rüyanın içerisinde geziniyor gibiydi iki yol arkadaşı. Hiçbir serüvenin tutkusu bu kadar cezbetmemişti onları. Bu küçük yerleşim yerinin kıyısında, taş bir sütunda, eski harflerle ismi yazmaktaydı. Daha önce bilmedikleri bir dile aşina olmayı o an, orada öğrenmişlerdi. Tarif edemedikleri tek şey bu bilinmez dil değildi, o dilin onlarda bıraktığı o güçlü tesirdi…

“Bir kuğunun kanatlarından heykel yapmış olsalar bu kadar olurdu, dedirten cinsten bir atmosfer hakim buraya. Büyük, taş sütunlar, yanlarına yaklaştıkça insana üzerine devrilecekmiş korkusu verse de yıkılmayacak kadar sağlam inşa edilmiş bir tarih dokusu var bu kentte. İsmi bir taşın üzerinde, hiç rastlamadığımız harflerle yazılı olan bu küçük yerleşke, ardında bir çok sırrı açığa vururcasına sarsıntı vermekte bize.”

Ellerinde fotoğraf makinesi, kayıt cihazları ve defterlerle her bir köşeye bakıyor, araştırıyorlardı. Kaldırdıkları her taş başka bir miladın kapılarını aralıyor, bu kayalıkların dibine kurulmuş küçük kentin yeni bir sırrını fısıldıyordu kulaklarına. Karlı tepeler birkaç metre yukarıda kalıyordu. Kar kalıntıları tepeden yuvarlanarak aşağı inmiş, birer mermer sütuna, işlemeli taşlara dönüşmüştü sanki. Her şey öylesine büyülüydü. Bu büyülü manzarayı bozmamak adına taş duvarların arkasında küçük çukurlara doluşmuştu su birikintileri. Öyle bir iklimdi ki bu, ağaçlar yeşil, tepeler karlı kalabiliyordu. Her şey görünümden ibaretti, nasıl görmek isterlerse öyle bakıyorlardı dünyaya. Onların büyük dünyasının minyatürüyüdü burası, bu saklı kent… İleride, evler birer birer sıralanarak dizilmiş, belli bir düzenin olmadığı bu coğrafyada düzene dair tek işaret olduğunu göstermişti. Oymalı kapılar, çeşitli şekillerle işlenmiş taş duvarlar, büyük ve uzun pencereler… Kozmopolit bir uygarlığın boy gösterdiği bir yerdi burası. Genç adamlar ilerledikçe, tarihi dokulara dokundukça tecessüsle birbirlerine bakıyor, el değmemiş her taşı kaldırıyorlardı yerinden. Küçük, tahta bir kutu çıkmıştı bir yerlerden. Eski bir tarak, bir fotoğraf, giderek paslandığından üstündeki yazı okunmaz hâle gelmiş bir çakmak… Güncesine yolculukları işleyen genç adamın gözlerinde geçmişin kanlı izlerinin hıncı birikmişti. Yolculuklar, yolculuk yapan insan silüetleri geçiyordu gözünün önünden. Ancak bu yolculuklar kendilerininki gibi bir yolculuk değildi. Bir kaçıştı. Ait olduğu yerlerden kaçmıştı insanlar, kendilerini göç yollarına atmış, çareyi orada bulmuşlardı. Kimisi yitip gitmiş kimisi geride kalan hayatına ilişmeden yeni bir yaşama tutunmaya çalışmıştı. Genç adamın heyecanla aydınlanan yüzüne siyah bulutlar çökmüş, akşam karanlığına bir ayna olmuştu. Ağır adımlarla, arkadaşını geride bırakarak taş duvarların arasından sıyrılarak ilerlemiş, su birikintilerinin başına gelmişti. Yavaşça eğilip, bu bulanık, kirli suda yüzünü aramaya koyulmuştu. Sureti ona yabancı geliyordu artık. Sanki bu kente ait bir yüze bakıyordu kendi değilmişçesine.
Suda beliren sureti dalga dalga yayılıyor, titreşiyordu. Bakışlarıyla, kendi suretini suya bulamış, yıkamıştı. Su ve genç adam, o kentin ait olmayan bir başka yüzleriydi artık. Taş duvarların dışındalardı. Bir yaprak, solgun gövdesiyle suya doğru süzülerek düşmüş, kirli sulara kulaç açmaya başlamıştı. “Tarih gibi.” Demişti genç adam içinden. “Tıpkı bizler gibi.” Solgun gövdeleriyle kirli sulara karışan insanların arasından çıkıp gelmişlerdi bu keşife. Aralarına karışacakları bir dünya, ardında bıraktıları yoldu. İleride kalan yıkıntılar, geride bıraktıkları geçmişin izleriydi. Artık alevlenmesi mümkün olmayan bir çakmağın okunmayan yazılarıydı kendilerine yazgı bildikleri. Taşların arasında kalan solmuş, eski bir fotoğraftı… Kaşları huzursuzca çatılmıştı genç adamın, elini sağ cebine atarak güncesini çıkarmış, avuç içlerine açmış ve okumaya başlamıştı. Buraya geldikleri andan itibaren yazdığı her şey kifayetsiz kalıyordu geçmişin karşısında. Güncesini eşsiz kentin kirli sularına bırakarak arabaya doğru ilerlemişti. Yol arkadaşı sessizce arkasından gelmiş, konuşma gereksinimi duymadan büyüttükleri bir suskunluğu çaresizce kabullenmişti. Öğrenmişlerdi ki, tarihin bazı kapıları kolaylıkla aralanmazdı. Bilimin kök saldığı topraklara ayak basacaklarını zannederken tarihin kan ve acı dolu yüzüyle karşı karşıya gelmişlerdi. İki arkadaş, arabanın anahtarını çevirerek yeniden gaza yüklenmiş, geri dönüş yoluna koyulmuştu gördükleri yeni dilleri kendi dilleri bilerek. Suyun üzerinde gibi ilerliyorlardı, sarı bir yaprağın dalından ayrılarak kirli sularda yüzdüğü gibi…