Edvard Munch tablolarının arka planı gibi yaşanmış bir hayat düşün ve zamanla beraber ressam fırçayı boyaya daha sert basıp koyulaştırıyor manzarayı, renkler karışıyor tuvalde. Çizilmiş her çizgi soluklaşıyor her bir yeni darbede. Hayatım, geleceğim ve şu anım tıpkı bu arka plan tablosu gibi. Bu tabloyu seyre dalan insan yaşanmışlıklarını yansıtarak tablodan pekâlâ pek çok şey çıkartacaktır; hatta pek çoğu, pek çok farklı şekilde. Peki asıl olanı kim bilecek benim dışımda. Belki de en güzel halimdi ressamın bu fırça darbesini vurmasından önce ya da tüm çirkinliğimle bendim o. Ne önemi var tüm bu taleplerimin? Sesimi duyacak olan başka bir tuval olmayacak mı sadece? Peki ilk fırça darbesini vurmasını ben mi söyledim ressama, hiç bilmediğim ve konuşamayacağım bir dilde? Hayır, kesinlikle hayır. Bir hayalim: basit, sade, safi bir hayal ama yaşamak hususunda. Bu karmaşıklık içerisinde kilit taşları arasında açmış ve ezilmiş bir hayat isteği. Detaylıca düşünen bir zihnin düşlerinin ağırlığı altında boynu tıpkı ay çiçeği gibi eğilmiş bir istek. Her benzetmemdeki anlam doluluğu -kendi zihnimde pek anlam yüklü cümleler bunlar- gibi, yaşanan ve yaşanmış hayatın hatta kısmi olarak yaşanacakların da ince ince dokunduğu, düşünüldüğü ve detaylandırıldığı bir hayat. Peki bunları kaldıracak kuvvet, kudret bahşedildi mi bana? Pek sanmam. Yaşama tutunduğum bir dal yok aslında, tutunamıyorum çünkü kollarım yüklerimi kaldırmakla meşgul. Bu olmayan dallardan fizik zihnimi bocalayan minik enerji kırıntılarından biri. Ama bana kendisini yük etmeyenlerden. Beni sevemese de verdiğim ilginin onda birini bana verebilen nadir kırıntılardan hem de.
Uzun yaşamak, kendini uzun yaşamaya değer görmek. Akan zamanı yakalamaya çalışıp ceplerine doldurmaya çalışmak, ta ki kollarını zamanı tutmaya uzatacak dermandan yoksun hissedinceye kadar. Belki de o zamanın senin olmadığını anladığın an. Tam o anda bunu kabullenemeyip, -kendinle, o sana karşı çıkan bu düşüncene kılıç çeken benliğinle savaşmak meşguliyetine girdiğin an tutamadığın zaman. Peki, neden yaşamak isteriz öyleyse? Bizden önce binlerce yıl tekrarlanmış şeyleri yapmak için mi? Sorumsuzca bize ‘Yaşa!’ dendiği için mi? Belki de mazoşistizdir. Kendimize çektirecek acı arıyoruzdur bulana kadar kovalıyoruzdur zamanı. Bir kolumuz bu meşgale ile uğraşırken, diğer kolumuzu maymun iştahlılığımız zamanı yakalamak için kullanıyordur. Ben bilmem. Öğrenmek de istemem.
Kenara atılmış, unutulmuş belki de başlarda çok sevilerek alınan çok anlam biçilen sonrasında üstü tozlanan bir obje olmak isterim. Lakin şu anki evremin tozlanma aşaması olması öncelikli temennimdir. Bir insan objesi, gözlerde silikleşen. Bir insan olarak yeterince yaşadığım düşüncesi içerisindeyim. Bana verilen zamanı bir insancasına yaşadım. Geri kalan zamanda da gözüm yok, cebimdeki zamanları tüketme kararındayım. Aynı döngü içerisine bulunmak başımı döndürüyor ama güzellikten falan değil.
Karamsar bir insan değilim ben, pekâlâ düşlerim karanlık gibi görülseler de zihnimde karanlığa başka bir tanım verdim ben. Yalnızlık, hüzün veren bir olgu olabilir veya başka duyguları da açığa çıkarabilir. Hatta yeri gelir kendi düşüncelerin dahi bazı noktalarda seni yalnız bırakır. Kendi zihninde bile koşacak birini bulamazsın. Sarılacak bir kucak hayali, zihninde artık canlanamaz olur. Ama tüm bunlardan arınmış bir zihin düşün. Gereksizliğin yer bulamadığı. Kontrolü ele aldığın vakit dilediğin her şeyi yaptırabileceğin bir zihin. Yalnızlık duvarına tırmandığında serince bir hava burnuna çarpacak. Solumakta bulunduğun kızgın havayı unutacaksın belki ve o yüksekliği sevmeye başlayacaksın. Etrafını görecek ve en tepede sen olacaksın. Belki fark edilmeyeceksin bile ama her şeye hâkim olacaksın. Pekâlâ güzel yanları var yalnızlığın. Ben de yalnız olmanın bu noktasındayım. 21 yıl yaşadım bu hayatı. Duvara tırmandım ve o serin havayı soluyorum şu an. Sonsuz enerjimi biter belki ümidi ile saçalıyorum aşağılara. Ama dengem bozuluyor yavaşça. Üst üste biniyor fikirler, düşünceler, yükler. Ağırlığı benim için son sorun. Dengemi kaybettiriyor tüm bunlar. En ufak bir yanlış hareket daha fazla dengemi kaybetmeme sebep oluyor. Erkence veda etmek istiyorum bu sonsuz manzaraya içten içe. Yaşama arzusu yok içimde ama ölmek arzusu da yok. Bir kere daha fazla soluyayım şu havayı demiyorum. Ölmek, yok olmak, beynimi sonsuzluğa armağan etmek çok daha huzur verici bir ihtimal bence. Belki de sonsuzluk beynimi ve düşüncelerimi alıp çok daha karmaşık düzeylere ulaştıracak, geliştirecek ve gerçekten olması gerektiği gibi yapacak. Kendi parçası haline gelecekler sonsuzluğun. Benim hiç yapamayacağım ama vesile olabileceğim bir durum halini almış olacak. ‘Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.’ Diyerek gerçek bir nokta koymayı diliyorum. Bir yıl daha bekleyecek sabır kalmaz zaten o vakte kadar. Tabii, bunlardan ibaret değil düşlerim, teferruat barındırıyor bunların yanı sıra. Yalnız, özgür, öğrenerek ve üreterek yaşamak. Kalabalığın içinde yalnızlığı kucaklamak, yalnızlığın beraberinde getirdiği nahif varlığını ve asaletini içime almak, nefes diye bunu solumak, o duvara tırmanmaya çalışan insanların gözüne belki de lazer tutmak onları düşürmek için. Tüm bunlar ve dahası var bu dilediğim kısa zaman zarfında. Beni tanıyan son insanın ölmesiyle sonsuzluğun içinde de bir sonu yakalamak. Bir öneminin kalmaması. Hani bir zamanlar kendini çok kıymetli bildiğin bu fani bedeninin tanrısal önemini kaybetmesi bu sonda. Her şeyi anlayacağım diye çıkılan bu yolda, anladığın her şeyin bir hiçliğe dönmesi. Bu gerçekliğe kucak açıp, hayat denen bu organizmanın espri anlayışına doyasıya gülmektir bence bu düşüncelerim. Derin bir espri olabilir bu, bazıları içinse trajikomik. Ben sadece kendi sürecimi hızlandırıyorum diyelim. Dediğim gibi daha fazla zaman toplamak arzusu yok içimde. Topladığım zamanları tüketeyim yeter, bunun da çok uzun sürmemesi temennisi ile . Yaşam tarzımdan ve kötü alışkanlıklarımdan dolayı da süreci fazla uzatmayacağım gibi. Ama önümde tatlı bir engel var o da bağışıklık sistemim. Biraz fazla dayanıklıdır hayta.
-Kemal Karagöz