Gözleri kararsızlıkla bekleme salonunda gezindi. Otobüsü dokuzuncu perondan kalkacaktı, perona yakın bir yerde oturursa daha iyi olacağını düşündü. Sigara dumanı genzini yaktığından içeride beklemeye karar verdi. Aslında ciğerleri sapasağlamdı, belki de sigara ona babasını hatırlattığı için nefret ediyordu dumanından. Uygun bir yer bulup oturduğunda, içeridekilerin daha soğuk ve mesafeli, dışarıdakilerinse samimi ve neşeli davranıyor oluşunun sebebini düşündü. Hemen yanındakinden kibrit, çakmak ya da sigara isteyenler; o kısacık anlarda hiç değilse gözleriyle birbirlerine gülümsüyordu. “Affedersiniz, Ankara otobüsü bu perona gelecekti değil mi?”, “Siz nereye gidiyorsunuz peki?”, “Öyle mi, ben de Eskişehir’e gidiyorum.” cümleleri muavinlerin sesi arasında kaybolup giderdi. Çaycılar kağıt bardaklarda kaynar su satar, ellerine geçen bozuk paraları yine kağıt bir bardağa koyarlardı. İşte böyle, bozuk paralar gibi her şey bir gün evine döner. Bazen hasretten, bazen zaruretten. Meral’in alelacele hazırlanmış bir el çantasıyla, bir kış öğlesinde dokuzuncu peronda, kimsenin kimseyle konuşmadığı o sessiz bekleme salonunda dışarıyı seyrediyor oluşunun sebebi ise tamamen zaruriydi. Hasret, belki, bunu hiç düşünmemişti. Nasıl gün ortasında durduk yere, işimizin başında ya da yoldayken, ekmek alıyorken, anahtarı kapının kilidine yerleştirirken ansızın ellerimizle göz göze gelip parmaklarımızı düşünmüyorsak, Meral’in de hasreti düşünmesi yersiz olurdu. Hasret hep onunlaydı. Ancak onun bir parçası haline gelen bu duyguyu ne Ankara’ya, ne de Ankara’ya gitmek için birkaç günlüğüne ayrıldığı evine duymuyordu. Bu yolculuğu yalnız başına yapıyor oluşuna bakılırsa evinde de özleyeceği bir şey yoktu.
Nihayet otobüs dokuzuncu perona yanaştı. Kısa bir an babasının suretindeki boğucu dumanla karşılaştıktan sonra koltuğuna yerleşti. Muavin renkli ve irili ufaklı bavulları aceleyle bagaja yerleştiriyordu. Ayaklarının dibine öylece bıraktığı el çantasına baktı, bir parça gecelik, çorap, iç çamaşırı ve gündelik kıyafet bulunuyordu. Bir an için gurbetten yuvaya dönen birinin bavulunda gözlerini açtığını hayal etti. Sol omzuna batan sert bir cisim vardı, üstündeki örtüyü kaldırınca bunun bir reçel kavanozu olduğunu gördü. Vişne reçeliydi. İçerisi giyecekten daha çok kavanoz kavanoz reçellerle, konservelerle, tatlı-tuzlu kurabiyelerle doluydu. Bu, eve dönen bir bavuldan ziyade gurbetteki kızını ziyarete giden bir kadıncağızın bavulu olmalıydı. Kızı vişne reçelini çok seviyor sanırım, diye düşündü, sessizce gülerek. Küçükken annesinin en çok hangi reçeli kaynattığını anımsamaya çalıştı. Anımsayamadı. Az sonra yanına ilk gençliğinde bir kadının oturmasıyla bavulun içinden çıkmıştı. Kadın henüz yirmili yaşlarının başında görünüyordu. Gözlerinde dışarıdaki kışın aksine bir yaz akşamı neşesi vardı. Sevdiği birinin yanına gidiyor olmalıydı. Otobüs yola çıktıktan sonra, yanındaki yiyeceklerden genç kadına uzattı.
-Teşekkür ederim, midemi rahatsız ediyor. Yemesem daha iyi olur.
-Geçmiş olsun. Yolculuk nereye?
Çaycıların, muavinlerin ve otobüsü dışarıda bekleyen türden yolcuların yaptığını yapmaya çalışıyordu.
-Ankara’ya. Dersler bitti, ailemin yanına gidiyorum. Siz?
Meral, genç kadının ve aralarında henüz başlayan sohbetin yüzüne yerleştirdiği neşeyi biraz olsun azaltmadan:
-Annem öldü benim. Cenazesine gidiyorum. Ankara’ya.
Meral’in bu cümlesiyle birlikte sanki aralarındaki camdan duvar orta yerinden çatlayıp tuz buz olmuştu. Bu iki yabancı şimdi birbirlerini görebildikleri ama aynı zamanda sınırlarını belirleyen camdan duvar olmadan ne yapacaklarını bilmiyordu. Aralarındaki kısa sessizliğin sebebi de buydu.
-Başınız sağ olsun…
-Sağ olun, dostlar sağ olsun.
Artık şeffaf cam bir duvara ihtiyaçları yok gibi görünüyordu. Aralarında tüm yolculuk boyunca sürecek bir sessizlik duvarı örülmüştü. Acaba genç kadın Meral hakkında ne düşünüyordu? Annesinin nasıl öldüğünü bile sormamıştı, baş sağlığı dileyip kestirip atmıştı. Belki de şok geçirdiğini, bu yüzden gülerek söylediğini ve üstüne gitmemesi gerektiğini düşünerek kısa tutmuştu konuşmayı. Belki de annesinin ölümüne sevinen bir kadın olduğunu düşünüp kırılmayacak bir duvar örmüştü aralarına. Annesinin ölümüne sevinmiyordu, ama üzülüyor muydu, emin değildi. Meral için bu ölüm öyle bir sarsıntı ve denge haliydi ki sanki var olmadığını aslında çok iyi bildiği bir sanrının onu terk ettiğini öğrenmiş gibiydi. İçinde asılı durduğu boşluk, onu yerçekimine azat etmişti.
Gözlerini açtığında otobüs Eskişehir’e varmak üzereydi. Rüyasında sabah ezanını duyup titreyerek kuyunun yanında uyanan beş yaşında bir kız çocuğu gördü. Çocuk daha küçükken az kalsın bu kuyuya düşüyordu, anneannesi onu son anda kurtarıp korkmaması için kuyunun kenarında çimlere uzanırsa güvende hissedeceğini söylemişti. Altındaki ıslaklığı fark edince ağlamaya başladı. Annesi altını ıslattığı için onu cezalandırmıştı. Ezan bitiyor, günün ilk ışıkları kendini gösteriyor, birkaç serçe çimlerin arasında kahvaltısını yapıyor ama çocuğun ağlaması bir türlü kesilmiyordu. Işıkları birer birer yanan köy hanelerinden insanlar çocuğun başına toplanmaya başlıyordu. Bütün köy bu yavrucağı sakinleştirmek için seferber olmuştu, ancak annesi onu duymuyordu.
Ankara’ya yaklaşırken kahvaltı niyetine evde hazırladığı poğaçalardan yedi, bir yandan gördüğü rüyayı düşünüyor, midesi bulanıyordu. Neşeyle ve soğukkanlılıkla annesinin öldüğünü söylemesinin üstüne bir de kusarsa yanındaki genç kadının ondan nefretle bahsedeceğini düşündü, kendini tuttu. Poğaçayı ve meyve suyunu muavinin gezdirdiği mavi çöp poşetine attı. Annesinin ölümüne seviniyor olabilirdi, hem neden sevinemeyecekti? Kim koyuyordu bu kuralları, kim belirliyor ve kim mantıklı bularak öğretiyordu bize? Tek bildiği babası ölse daha çok sevinecek olduğuydu, annesinin günahı babasıyla ölçüşemezdi. Babasının günahlarını yedi kat cehennem bile bağrına basmazdı. Kim bilir, kızının vücudunda gezinen sigara kokusu sinmiş pis elleriyle onun bilmediği başka ne günahlar işlemişti? Annesiyse hayatı boyunca ahraz bir kadın gibi davranmıştı, halbuki ne kadar akıllı ve gaddar olabildiğini katı kurallarından ve cezalarından biliyordu. Onu korumalıydı, Meral’i korumalıydı, onu korumalıydı. Kızını da alıp o evden çekip gitmeliydi, nereye olursa, belki anneannesinin kuyusuna saklardı onu. Her halükarda kuyuda geçireceği bir hayat, onların yedi kat cehennemden kor evlerinde geçirdiği yirmi iki yıldan daha güvenilir ve huzurlu olurdu.
Otobüsten indi, nihayet Ankara’daydı. Buraya gelmeyeli uzun zaman olmuştu. Soğuğa rağmen dışarı oturdu. Çaycı amcaya seslendi. Cebinden birkaç bozukluk çıkarıp verdi. Dikkatle çaycıyı seyrediyordu, bozukluklar çaycının arka cebine girdi. Gülümsedi. Tek kanatlı bir kuş kadar özgür ve hafifti.