Çam ve hacı kokusu. Ardından kadını gördüm -önce kırışıklıklarını- biraz utandım kendimden bunun için fakat ne kadar tonton olduğunu düşündüm ve gülmekten şakaklarına yol edinmiş kazayaklarını takip ederek saçlarındaki ağarmış keçilere baktım. Şakaklarındaki ak keçiler deli bakan gözlerinden de görülüyordu. Ön dişleri bir keçi gibi ısırmaya yeltenecekti sanki buna rağmen tüm hatları ona uyum sağlıyordu. Kendi gençliğinin giyim kuşamı olmalıydı üstündeki temiz parçalar. Onları her sabah ütüleyip yaşamaya özen gösterdiğini belli ediyordu. Sağ elinin kalın parmaklarındaki klipsli baget çantayı sol eline alıp elimi sıktı. Yadırgamadım, severim böyle güleç kadınları. Tanıyormuşçasına ” Emine ben.” dedim. Dudakları ‘u’ harfinin göbeğini daha da çukurlaştırdı.
“İsterdim ki’lerle başlayan cümlelerimi aza indirmek
eski toprakların işi değil artık bebeğim.
Eski toprak bir bebeğin ayaklarının altına da gelir.
Bazen bebekler büyüyüverir.
Büyüdüklerinde yıllanmış esvapları pek severler.”
Çoğu ihtiyar öğüt vermek için yaşıyormuş gibi. Bu kez cümleye “AAH” diye başlamayan bir teyze olduğu için şanslıydım. Yürümeye devam ettim daha basılacak elli kadar fanzin var.
RAP RAP… Birisi yolda diplomasız bakan görgüsüzlüğüyle yürümesinin altını çiziyordu.
Böyle sesli adımlar atmak zorunda mıydın formasız asker? Peki o vakit. Hizaya GEEEĞÇ! Yirmili yaşlarda sakalını kesemeyen birisi. Pantolonu düşmek üzere aman toplasın etrafın daha da dikkatini çekmemeli.
Büyük ihtimalle neden bu şapkayı taktığını o da bilmiyor. Dans edercesine yürümesine bakılırsa yol boyunca beş kişiye çarpmıştır diyebilirim. Başta yaptığım asker benzetmesinin yanılma payının olduğunu hafiften anlıyorum. Tam olarak üstünde durulmayacak birisi. Peki kim ola ki benim satırlarıma yakışan o mükemmellik abidesi. Gülme. Sen de konuş abisi.
“Önümde bir kadın benden sesli yürüyordu ama bana baktın abisi çünkü başıma buyrukluğum dikkatini çekti. Belli kendini kitaba uymaya yoğurmuşsun.
Sırtına bağlanan bilmem kaç liralık test kitaplarının seni alaşağı ettiğini görmüyor musun? ”
Hadsiz. Nereye gittiğini bilmeyen bu heriften bir şey öğrenecek değilim. Ne tuhaf gün. Ama tam karşımda keskin yüz hatları olan karanlık bir kadın duruyor, ondan tuhaf değil. Onu niteleyebileceğim tek kelime “karanlık” olabilirdi çünkü gözlerime düşürdüğü buğulu hipnozu görüntüsünün detaylarını siliyordu. Gözlerine bakmadığım halde bakışlarını hissediyordum. İzlenme korkusu olan birine böyle bakılması hiç hoş değil. Matbaaya da yol oradan geçiyor. Neyse ben ilgilenmezsem sıkıntı olmaz. Eveeet tam olarak birkaç adım sonra arkanda kalacak. Kuzeydoğuyu ortala. Ortadoğu yap. Sonra üçbuçuk adım. Galiba korkudan geberiyorum. Pelerin mi takmış o, yok artık ucube.
Omzumda ağırca bir el. Nefes ver. Dön ve nazikçe cüzdanını ver.
“İnsanlar seni şehrinin köşelerinde acıdan kıvrandırdığında ben olacak ve buzdan doğacaksın. Sesin uzaktan gelecek ve kendini duyamayacaksın çünkü karlı fırtınalar seslerin en boğuk olduğu zamanlara denk gelir.
Eski seni beraber hudutsuz gizeme gömeceğiz”
Kehanet mi verdi o? Bana mitoloji yaramıyor, neyse cüzdanı da bu kaçığa kaptırmadık. Yalnız kalbimin hızını kesmesi gerek. Artık her şey normal -neyseki- yanımda bir aile yürüyor, annenin önünde bir bebek arabası, içindeki minik uyuduğundan habersiz. Baba en sağımda kalıyor, birine laf anlatıyor yanında biri var galiba. Kim o? Altı yaşlarında ciyaklayarak konuşan, sorduğunu elli defa tekrarlayan, babası istediğini almadığında yere sülük gibi yapışan o canavar. Evlerden ırak. Saçları iki yandan örülmüş. Bu o çağlardaki kız çocuklarının klasik kostümleridir. Bana mı baktı o? Koşuyor mu o? Bu ağır çantayla da koşulmaz ki! Umursamaz asker haklıymış. Yakaladı beni. Yere düştüm, beni bir kaldırımdan ötekine vurdu. El kadar çocuktan dayak yediğimi düşünmeyin çünkü o az önceki ıssız kadından daha tehlikeli.
“Bana yüz metre çapında yaklaşan herkesin kulağını sağır edebilirim yine de oyunumu kimse anlamaz.
Benden fazla ilgi çekeceğini düşündüğünü biliyorum. ”
Çürük dişleriyle gözümü çınlatarak güldü. Çocuk yapmayacağım dedim kendime. Utançtan kırmızılaşan yüzümü yerden kaldırıp bu olayın ara sokakta yaşanması konusunda şanslıyım diye düşündüm. Bundan böyle matbaaya sığınmaya gidiyor gibi hızlı adımlar attım. Yolda burnuma gelen parfümün limon yaprağı ve birkaç bilmediğim notasının uyumuyla ciğerlerim açıldı. Biri az önce geçmiş olmalı dediğim anda arkamdan hayatımda gördüğüm en seksi kadın belirdi. Onun gibi olsam keşke. Gözleri dileğimin farkındaydı. Ağzım açık ona bakarken kıvırcık saçlarının bir tutamını yüzünden çekti. Kirpik kıvırıcısının markası neydi? Nerden buldu ki o korse üstü? Rahatsız ettim galiba.
“Bu bakımsız kızın olmak istediği görüntü güzel diye adlandırdığıdır.
Kendin gibiliğine sadece sen şans verebilirsin, kimse değil. Derinliğine ait olan kendin. ”
Bugün herkes dede korkut gibi davransa da aurasına kapıldığım kadın ne söylese dinleyecektim. Bir an durup yorgunluğumu düşündüm. Kaldırımın eski taşlarına yanaklarını sürten temiz bir kediye daldım. Hayatımın sığ günleri saçmalaşıyordu. Karşıma çıkan insanlar bana bu yorucu günü hediye etti. Kedi de muhtemelen kendini yalamaktan yorulmuştu. Tertemiz olmak zordu. Çöplüğe girerken pislenmemek olanaksızdı. Bembeyaz tüylerini pasaklayacak bir hayatın içinde, sadece içindeydi. Hiç enteresan olmayan döngüsüne kapılmıştı. İlginçlik ummazdı zaten. Benim gibi şiir günler umudu da yoktu onun. Belki de umudu olmadığı için şanslıydı. İkimiz de sokağa bırakılmış çantalardık ama kimse içimizi merak etmiyordu. Programı gereği en ufak seste kulaklarını dikip hayatını devam ettiriyordu.
“MİEEEAAAAWWĞ”
Tek sokak kalmıştı matbaaya ama kendimi kaldırımda kediyi kaşırken buldum, dizlerim buraya kırılmıştı. Zaten beden dilimi yorulunca kontrol edemezdim. Kedinin mırlamasını ellerimle duyarken gözlerim etrafı seyretmeye başladı. Sevdiğim nadir şehir görüntülerini eski evler oluşturuyordu. Tahta çerçeveleri çatlamış içinde kırık bir ayna bulunan karşımdaki evde bulabileceğim özel bir eşyayı düşledim. Bu özel eşya zihnimde eski sahibini çizebilirdi. Bu düşüncelerim içerdeki aynada bıçağı görmemle dağılıverdi. Yansıma bıçağın keskinliğini parlatırken ölüm gibi sakin parmaklarını gördüm. Ardından kan kırmızı damarları olan gri gözlerini. Yüzü nemli bu adamın saçlarının arasındaki tavan kireçleri geceyi burada geçirdiğini anlatıyordu. Elindeki bıçağı yansımasına sapladığı an aynanın paramparça olmasını bekledim fakat yansıma kanıyordu. Yansımasının katili yere yığıldı ve yerdeki ceviz tahtanın susuzluğunu giderdi.
“Serimin en sonunda ben varım. En haini benim yansımamdı ve onu sona bıraktım.”
Beynimin hızla büyüyüp küçüldüğünü hissettim. Şahit olduğum olay metanetimi kafatasımda patlattı. Düşüncelerim somutluğumdan sıyrılıyordu. Sanki ellerimden sinirlerim çekilmişti aksi halde iğnesinin ucunda bir damla bulunan bu şırınganın elime nasıl gelmiş olduğunu anlamam gerekirdi. Ayaklarım buz pateninin parlak ince demirinde duramadı. Sol omzumdan hali hazırda sarsılan dengeme bir darbe geldi. Beni arkamdan ittirmeye yeltenen kim olabilirdi? Sırtüstü düşmeye çalışıp yerde elimdeki iğneye baktım. İğnenin arkasında çılgın kahkahaları basan kendimden bu kadar korkacağımı düşünmemiştim. Gözlerimdeki yaşlara aldırmadan yağmuru bastırarak gülüyordum. Elimdeki iğneyi karnıma saplayarak gülüyordum.
“Hangi nostaljide belirdi şiirim, ilgisizliğe çare bulmak isterken mi?
Mutlak güzelliği derinlik sayarak içinden geçenleri içine saklayan çırılçıplak kendime baktım.
Etimin arkasında ne var diye.
İçeriden ve dışarıdan sonuca varılmayıp yaşamak avunmaksa bunu gerektirir diyerek belirgin yarınımı aklımdan söktüm. Tüm tahammülsüzlüğümü bir iğneye doldurdum.
Şimdi sen o iğneyle yerde;
bugününe eşlik eden anlayamadığın
sen meydanında bir kalabalık,
insan siluetleri beyninin kabuğuna yamanmış;
her birinin ayrı bir anlamsızlığı,
ve hepsi senin içinde.”