Seni kaybettiğim yerde buldum kendimi. Bu yüzdendir ki sevdim seni kaybetmeyi. Ya hiç görmeseydim seni? Ya hiç gelmeseydim kendimi bulacağım o harabe yıkıntıların ve insanların birbirlerinden ve kendilerinden bir şeyler kaçırdıkları o yere? Ya kaçmasaydın benden, görür müydüm o zaman yağmurların içinde koşuşturan, arada temkinli temkinli arkasına bakan şapkalı o silüeti? Takip eder miydim onu arkasından?

Çünkü gizem özel bir yıldız tozuyla bezenmiş parçacıklarını katar üzerine bütün anlamların ve o anlamlar bambaşka bir çekiciliğe bürünür. Dünyada var olmayan, hiç yaşanmamış bir anın özlemini duyar o parçalardan tadan.

Kaçıyordun, nereye olduğunu bilmediğini düşündüğüm bir gerçekliğe veya gerçeklikten uzaklarda bir yerlere gitmeye çalışıyordun. Fark ettim hemen, benim filtrem iki şeyi fark eder; kaçışı ve arayışı. Ben de kaçıyordum şüphesiz. Hem arıyor hem kaçıyordum, bu yüzden karışıktı kafam. Sonra dayanamadım, yenik düştüm merakıma. Orada, ne vardı o kaçtığın yerde? Nasıl bir kayboluş çeşidiydi seninki, nerelerde unutmuştun parçalarını? Böylece takip etmeye başlamıştım seni tabii haberin yoktu o sıralar. Kendinle meşguldün, hem kendinle hem kendin olmakla. Bense düşüncelerimin tuzağında boğuluyordum, eline bir oyuncak geçtiğinde onu nasıl kullanacağını bilemeyip bozma pahasına dibine kadar kurcalayan çocuklardan olamamıştım hiç. Hep korkmuştum bu oyuncağı bozarsam ne olur diye. Korkumdan dolayı ne oyuncağa dokunabildim ne de diğer hayatlara. Ama senin varlığın öyle belli ediyordu ki kendini kalabalığın arasında, bu güce kayıtsız kalamadım. Görmem gereken bir şeyler vardı orada. Benim bir parçamı fark etmeden aceleyle alıp kaçmıştın sanki ve ben o parçanın ne olduğunu bile bilmiyordum.

Duruyordun arada, soluklanıyordun ve içinde bir sürü parça olan poşetini kenara bırakıyordun. Çalıp gitmek istiyordum sen durduğunda o parçaları, içini açıp her birini teker teker incelemek ve kimin hayatından çalındığını bilmediğim o hikâyeleri yaşamak istiyordum. Sen bazen benim varlığımı fark eder gibi oluyordun, dinlendiğin ve soluklandığın anlarda etrafına her göz attığında bana bakıyordun ama beni görmüyordun. Ben hep orada var olan bir şeydim, ama sahnenin bir dekoru, ayrılmaz bir parçası gibiydim.

Beni çıldırtan o düzensiz ve mantıksız düşünceler arasında senin varlığının zamansızlığı vardı. İlk anlardan beri daha önce çoktan tanışmış olduğumuz hissinin rahatlığı, seninle olan anlardan aldığım, her duyuma yayılan o sinestetik tat ve duygu akışı. Mümkün değildi bunlar, benim beynimin içinde dönen anlamlardan ibaret ve güvenilmemesi gereken belli belirsiz soyut kavramlardı. Ama ben kavramların, özellikle belirsiz olanların, peşinden gitmeyi severdim. Cevabın olduğu yerde arayış olur muydu ki?

Saklandım, saklandım gizliden gizliye peşinden gelirken. Çoktan kaptırmıştım kendimi, yağmurlar kara dönmüştü, ben seninle geçireceğim fazladan 15 dakikanın hesabını yapar olmuştum. Senin beni fark etmemen hem canımı sıkıyordu hem de içimi ferahlatıyordu. Senden habersiz senden çaldığım dakikaların, saatlerin haberinde olsaydın daha da hızlı kaçmaz mıydın benden? Kaybetmek istemedim seni, kaybetmek istemediğim için kaybettim ya zaten! Koştun sen, ben artık üşüyordum bu kara kışta, çekiyordu derdimin ağırlıkları beni. Kışın bitimine geldik böylece. Artık yeşiller görünüyordu ileride, kış çiçekleri belli belirsiz gözüküyordu ara ara güneşin vurduğu açıklıkta.

Sonra bir an, ağırlıklarımdan dolayı mıdır bilinmez, fark ettin beni. Baktın bana, perişan, ıslanmış, bembeyaz ve simsiyah halime. Dünyanın hali gibiydi halim. Yaşıyorum, dedim. Buradayım, yüklerim yanımda, ağırlar biraz, atıp parçalayamadım senin gibi. Korktum parçalara ayrılmaktan. Dünyayla kaynaşmış bütünlüğümün son hallerini tutuyordum üzerimde. Belki yakında, çok yakında dağılacaktım ama yine de savaşıyordum. Zaten yıldız tozları ile bulanmış merakım sen beni fark edince iyice alevlendi. Göz göze geldiğin oyuncu yavru kediler gibi hiç düşünmeden yaklaştım merak kaynağıma. Yaklaştım, bir adım attım sana. Çekildin benden. Belki de seni dönen dünyan çekiyordu ben değil, ama bir şeye ne kadar çok direnirsen o kadar hızlı teslim olursun.

Parçaların, dedim. Bakabilir miyim onlara. Birazdan bahar var dedin, bahar önümüzdeyken kışa geri mi dönmek istersin? Neden olmasın? O an tek olmak istediğim yer sendin, kar yağıyordu başımdan aşağı, güzel çiçekleri görüyor ve kokularını hayal edebiliyordum, güneşin ısısını, içime işleyişini hayal edebiliyordum ama ben senin yanında olmak istiyordum. Bunu o kadar güçlü imgelerle hayal etmiştim ki o anın, kapını bana araladığın o anın gelmesi için biraz daha yer kalmamıştı hayal gücümde. Zamanı bile tüketmişti imgelerim, artık sadece gerçeklik kalmıştı. Senin gerçekliğin. Senin yanımdaki varlığın. Bana batan parçaların ve ne olduğunu bilmediğim ama sende olduğuna emin olduğum parçam. Bütün hayallerimden bile daha gerçek ve daha güzeldi sana engellenmeden dokunabildiğim o anlar. Elimin bir anlık çekinmesi saçına dokunmadan, saçma bir bahane öne sürmem ellerimi saçlarında gezdirmek için. Yüzünü izlemek engellenmeden, özgürce gezdirebilmek elimi yüzünde ve çenende. Aylarca, belki de yıllarca süren tutsaklığımın bir anda son buluşu. Rahatlamak, sonra bir an korkmak, yine rahatlamak başım boynuna yaslanmışken.

Seni bulduğum o yerde yüklerim ve tüm çaresizliğimle ne yaptığını bildiği halde yaptığından suçluluk duyarak annesine boynunu bükerek bakan bir çocuk gibi hissediyordum. Dağılmış, yıpranmış, ne olduğunu bilmeden anlamadan takip etmiştim seni. Tam ulaşmışken sana, o an bile biliyordum ve anlıyordum sonunu. Hep bilmiştim. Bu benim hikâyemdi, bizim değil. Arayışta olan bendim, kaçan sendin.

Ben aradım, seni buldum.

Sen kaçtın, ben kaldım beni bıraktığın yerde.

Seni buldum, seni kaybettim. Bunlar zamanın olmadığı o yerde yaşandı. Zamanın olmadığı, sadece anların olup bittiği o kış dönümünde.

Artık olmayacağını anlamam uzun sürmedi, çünkü anların yaşandığı bir yerdeydik demiştim ya, gelecek veya geçmiş yoktu orada. Sana dair aptalca inançlarım, mesela doğduğumuz yer ve zamanların benzerliği, mesela sakarlığımız, içince belirginleşen dağınık düşüncelerimiz, kendimize bile acımadığımız dürüstlüğümüz gibi ortak yanlarımızdan aldığım bir sürü mesajlarla oluşturduğum anlamsız inançlarımdan vazgeçmem gerekti. Şimdi anlatamayacağım birçok duygu ve düşünce silsilesini de yaşamam gerekti tabii. Rüyalarımda gölgenle, uyanınca da yokluğunla savaştım.

Ama en çok kendim hakkında düşündüm. Beni bıraktığın yerde arayışımın gerçekliğini hissettim. Bir süre sonra o kadar rahatlamış, o kadar gerçek hissediyordum ki her şeyin rengi ve tadı değişmişti. Dünyamda bir şey oldu, senin varlığın ve yokluğunla bağlantılı bir şeyler dünyamı değiştiren o anahtarı verdi bana. Belki de hızla her şeyden ve kendinden kaçarken yırtılan poşetinden düşen o parçalardan biri kesti ayağımı. Bende olmayan, ama bende olması gerektiğini hissettiğim bu yüzden çalmışsın saydığım o parçaya denk gelmiş olabilirdim. O parçanın acısı hayatımda daha önce hiç var olduğunu fark etmediğim bir yığın gerçekliği göstermiş olabilirdi bana. Deneyimin gerçekliğini.  Kendim olmanın, yaşıyor ve hayatta olduğunu fark etmenin müthiş hissini.

Kaybolmuş gibi gezindim ilk günlerde. Bir sürü, bir sürü insan içinde yalnız gezindim. Parklara, müzelere yalnız gittim, yürüdüm anlamsız sokaklarca, karıştım bir sürü insanın içine. Düşünüp, okuyup, durdum. İkinci el kitapçıya gittim ve cüzdanımı şans eseri evde unuttuğumdan ayırtmaya karar vermiş olduğum kitapları bana veresiye veren kitapçı abinin güveni ile doldum. Yediğim yemekten, içtiğim sigaradan keyif aldım. Kaybolmanın tadını çıkardım. Hiç düşünmezdim bu kadar güzel olduğunu kaybolmanın, hele seni kaybederek. İhtiyacım olan, başından beri oraya gidip o güvensiz ve açıksız alanda, hele de daha bahar gelmemişken dağılmakmış parçalara. İzlemek dağılmayı, direnmemekmiş sonuna. Kayboluşuma, elinden kayışıma teslim olmak. Ama teslim olmamak sana. Çünkü ben de senin gibi iflah olmaz bir mükemmeliyetçiydim ve girişi muhteşem olsa da nakaratı yüzünden öldürülmüş o şarkıyı artık dinleyemezdim.

Sen kaçarken benden ve her şeyden, bırakırken ardında hiç var olmayacak olan düşlerimle beni, savaş başladı etraftaki şehirlerde. Savaş, dışarıda ve içimde. Yanıyordu dışarısı, yanıyordu içim ayaklarımı kesen parçaların olduğu yerde. Biraz sonra kurumuştu kan, ama daha kurumayacak olanları vardı oralarda. Biliyordum, üzülecek daha nice şey vardı hayatta, kendini yakacak ne çok şey vardı.

Sen iyice kaybolunca bıraktım yüklerimi, savurdum saldım dört bir yana. Ayağa kalktım, bakındım etrafta benle birlikte parçalara ayrılmış her kırgın nesneye. Bir an kararsız kaldım. Senin kayboluşun ve kendi arayışım arasında gidip geldim. Ama bir andı kararsızlığım, hiç tereddüt etmedim sonra. Koşmaya başladım hiç düşünmeden, şehrin, savaşın, yıkıntıların içine koştum. Çünkü biliyordum ki yaşam oradaydı, yaşamın hiç bilmediğim bir adı süzülüyordu önümde. Buraya kadar gelmeseydim fark edebilir miydim içine çekildiğim kaosun güzelliğini? Kaybetmenin rahatlığını duyumsayabilir miydim içimde? Yaşadığımı hissedip, buz kesen ve yanan ve kesiklerimle dolan bu şehre koşmanın özgürlüğünü tadabilir miydim?

Benzer işlerdi, bir kitap okudum ve hayatım değişti. Veya hayatım değişti ve ben bir kitap okudum. Bağlacın cümlelerin eylemlerinin zamanını değil bütünlüğünü belirtebileceğini de öğrendim bu kitaptan. Zaman benliğimin suretine büründü, gezindi senin suretinin de kitabı bürüdüğü hafif cümlelerin üzerinde. Gezindi, uçtu cümlelerce, kayboldu derinlerde bir yerde, birdaha da onu gören olmadı.