Bundan on yıllar önce her şey normaldi. Bizim köyde de diğer bütün köylerde olduğu gibi insanlar arada tartışır sonra da barışır, bayramlarda sevinç cenazelerde yas müşterek olurdu. Hepimiz birbirimizin aynısıydık, dertlerimiz ve hikayelerimiz birdi demiyorum elbet, çünkü feleğin sınavı biçim biçim olur, herkes ondan farklı bir pay alırdı. Yine de önünde sonunda farklılıklarımızdan çok ortaklıklarımız olurdu. Ne de olsa cebine benzer miktarda para giren, birbirinin aynısı evlerde yaşayan, tahsilsizlikte ortak bir ahaliydik. Beni belki hariç tutabiliriz aslında, burada benden başka liseyi bitiren ya da evinde bir elin parmağını geçecek sayıda kitabı olan yoktu, hala da yoktur. Gerçi bunun bir anlamı da yok, başımıza gelenlerden sonra artık belki de hiçbir şeyin anlamı yoktur, bilmiyorum.

Ne zamandı, hangi seneydi hatırlamıyorum, mazur görün, ama uzun zaman önce bir gün Balıksız Göl dediğimiz köyümüzün ortasındaki göl birden fokurdamaya başladı. Sesini duyan, hareketini gören bütün köylüler gölün etrafında toplandı. Gölün yüzeyi köpürdükçe köpürüyor, gölün altından gelen kaynar su yüzeydeki suyu diplere taşıyordu. Bunun kendisi yeterince garip değilmiş gibi ahali çok tuhaf bir şeyi daha fark etti: Alttan gelen su pulluydu. Bu yaldız gibi parlayan pullu su çok geçmeden gölün bütün yüzeyini kaplayınca fokurdama durdu. Herkes gölün bu yeni ışıltılı haline kilitlenip kalmışken birden yer sarsılmaya başladı. Bu sarsılmayı takiben gölün kabardığı da görülünce sel olacak diye bütün köylüler can havliyle evlerine koşuştu.

Göl kabardı, kabardı ve sonunda taştı. Pullu su evlerin ahşap kapılarına gürültüyle çarpmış, çiçekleri çürütmüş, tarlaları balçığa döndürmüştü. Sular yavaş yavaş çekilip ortalık tekrar durulunca evlerinden tekrar dışarı çıkan ana babaların gözleri fal taşı gibi açılmış, çocuklar dut yemiş bülbüle dönmüştü. Köy meydanı, yollar, merdivenler, ahırlar, tarlalar kısaca her yer balıkla kaplanmıştı! Büyüklü küçüklüm yüzlerce balık taş toprak üstünde kıpır kıpır ediyor, köye ahalinin donuk şaşkınlığına tamamen zıt bir hareket katıyordu.

Koskoca adıyla meşhur Balıksız Göl! Ne ben, ne babam, ne dedem, ne de dedelerimin dedesinden bu gölde bir balık gören çıkmıştı. Şimdi ise gölden çıkmış yüzlerce balık öylece önümüzde yatıyordu. Herkes üçer beşer kucaklayıp evine götürdü götürmesine de saçları aklanmış belleri kambur yaşlı analar bile balık pişirmeyi bilmiyordu, bu balıklar nasıl pişecekti?

İşte başta en büyük derdimiz buydu, ah ne güzel günlerdi. Balıklar nasıl pişecekmişmiş. Ulan ister derisini yüz ister yüzme yağla at tavaya iyi kötü yenecek bir şey çıkar di mi? O zaman herkes mutluydu, şaşkındı, gölün bereketine hayrandı tabi. Tatlı telaşlarla doluydu. Balıklar toplandıktan sonra göle gidenler gölün üzerinin hala pullu sularla kaplı olduğunu görmüştü.

Ertesi gün aynı saatlerde tüm köylüler Balıksız Göl gene taşacak diye evlerine saklanıp kapıları sıkı sıkıya kapadı. Hiçbir şey olmadı. Ondan sonraki gün de birkaç laf dinlemez gevşek dışında gölün taşmasına karşı herkes hazırlıklıydı. Göl tüm gün sessizce durdu. Üçüncü gün artık köyün yarısı her şeyin normale döndüğünü düşüp dışarıda işlenirken Balıksız Göl yine taştı. Sonuç gene aynıydı: bostanı, ayçiçek tarlası, yavru kuzusu olanlar dışında herkes mutluydu, köy yine günlerce yetecek lezzetli balık ile dolup taşmıştı. Canı, malı zarar görenlere daha fazla balık verilerek gönülleri alınmaya çalışıldı. Tamamen memnun olmasalar da sesleri kesilir gibi oldu, zira anlaşılan yeni normal buydu artık, hazırlıklı olmak gerekirdi.

Gölün ikinci kez taşmasının ertesi günü köydeki kahvenin sahibi Mehmet Ağa ile sürüsünü yeni sattığından elinde bolca para bulunan Ramazan Ağa şehirden bir araba çağırmış, sonra ona atlayıp tekrar şehre doğru yola koyulmuşlardı. Ertesi gün tekrar köye döndüklerinde yanlarında dört beş tane olta vardı. Belli ki gölün üç günde bir bolca verdiği lezzetli balıklar birilerinin gözünü doyurmamıştı. Heralde göl taşmadan balıkların hepsini yakalarlarsa şehirdekilere satıp para kazanabileceklerini düşünmüşlerdi.

Hayallerinin bir kısmı gerçekleşti. Hakkaten o gün kendileri ve oğullarıyla oltaları göle atınca çok olmasa da akşama kadar üç beş balık tutmayı başardılar. Köy halkı onların bu açgözlülüğüne şaşırsa da artık gölde balık bol olduğu için onları görmezlikten geldiler, ne de olsa üç günde bir gölden balık yağıyordu, herkese yetecek kadar vardı.

Yıllar birbirini kovalarken insanlar Balıksız Göl’ün taşmasına alışmıştı. Ancak gel zaman git zaman göl her taştığında daha az balık verir olmuştu. En başta balık hala bol diye köylüler umursamadılar. Sonra gelen balık sayısı neredeyse yarıya düşünce bazıları göl için dualar okuma, adaklar sunma gibi girişimlerde bulundu. Fakat bunlar da fayda etmedi. Yıllar sonra taşkından sonraki balık sayısı ilk baştakinin neredeyse çeyreğine düşünce ben şehre gidip sudan anlayan bir uzman bulup getirtmeyi önerdim, belki o gölü eski balığı bol haline çevirebilirdi. Köylüler bu fikrime hiddetle karşı çıktılar: Rab bu mucizeyi yalnızca köy halkına sunmuştu, dışarıdan birini getirtmek onu kızdırabilir, balıkların soyunu tamamen kurutabilirdi. Onlara göre daha çok adak, daha çok dua gerekliydi, herkes Balıksız Göl pardon Balık Gölü’ne ( ileri gelen ak sakallı dedeler göle “Balıksız Göl” demeyi yasaklamıştı, böyle demek Allah’ın kudretine hakarettir diye gölün adını Balık Gölü yaptılar) ve onun bereketine hiç şüphe duymadan inanırsa balık sayısı tekrar artmaya başlayacaktı. Balıkları günden güne azaltan şey bazı köylülerin ruhundaki imansızlık olsa gerekti. İmansızlığın kaynağı bütün ahalice köy boyunca arandı. Haklarında bazı ahlaksız dedikodular çıkan genç köylü kadınlar, dullar, cumayı sık sık kaçıran delikanlılar köyden kovuldu. Suçlu mu suçsuz mu belli olmayan bu insanlar köyden kovulurken en önde duran Mehmet ve Ramazan ağaların ise keyfi yerindeydi, yıllar geçtikçe her taşkında balık sayısı azalırken onların gölün taşmadığı günlerde tuttukları balık sayısı az da olsa artmıştı. Artık her oltadan günde üç beş balık değil, on beş yirmi balık geliyordu. Bu da şehirden kamyon çağırıp balıkları oraya götürüp satmak için kafiydi. Onlar gölden düzenli ve güzel para kazandığı için taşkınlardan daha az balık çıkması pek umurlarında değildi.

Geçen sene de Balık Gölü ilk defa hiç balık vermeden taştı. Analar genç kızlar lanetlendik diye ağladılar, sakallı bıyıklı koca adamlar birbirlerini suçlayıp bıçak çektiler, beşik bebeleri geceler boyunca hiç uyumadılar ama olan olmuştu. Bu da yetmezmiş gibi o zamandan bugüne her şey daha da kötüleşti. Göl artık balık getirmediği gibi hem düzensiz hem de daha azgın taşıyor, eskisi gibi üç günde bir evine kapanan köy halkı artık korkusundan çoğu zamanını dört duvar arasında geçiriyor.

Geçen hafta herkese haber saldım, her haneden temsilen bir insan seçin köy kahvesinde toplanalım dedim. Bazılarının hiç umurunda olmasa da bir kısım köylü kahveye teşrif etti. Orada dedim ki bakın ağalar, bacılar etmeyin eylemeyin şu Balık Gölü’nün sorununu çözelim. Göl’ün eski bereketinden hiçbir şey kalmadı, artık bize sadece zarar veriyor. Eskiden hayvancılık yapardık, toprak işlerdik. Balık bol diye onları unuttuk zamanla. Sonra balık da bitti fakat sudan dolayı ne hayvan otlanır ne nebat işlenir! Siz suyun üzeri hala pullu diye aldanmayın, bizim eski bereketli gölümüz gitmiş yerine bu ne idüğü belirsiz canavar gelmiştir dedim.

Dedim dedim de köylüler birden öfke ile ayağa kalkıp sen bizim Balık Göl’ümüze nasıl canavar dersin bre deyyus diye bana saldırmasın mı! Yere yatırıp bir güzel dövdüler beni. Biri karnıma tekme atarken öbürü sen Allah’ın mucizesine nasıl hakaret edersin dedi. Biri kafamı yumruklarken berikindeki göl olmasa soyumuz çoktan kururdu, çok şükür bütün bereketi göl bize verdi dedi. Kolumu çiğneyen birinin tüm gücüyle boşluğuma attığı tekmeyle bayılıyordum ki adamın birinin gölümüzü kıskanan civar köylerin göle büyü yaptığını söylediğini duydum.

Böyleyken böyle işte. Bir şeylerin değişeceğinden artık hiçbir umudum yok anlayacağın. Köylüler şimdi elinde ne varsa ne yoksa satıp denkleştirip Mehmet ve Ramazan ağaların tuttukları balıklardan alıp aşını pişiriyor. Ağalar da başka biri olta yapıp balık tutmaya çalışırsa Allah-u Teala’nın göldeki kurallarına karşı geldikleri için onu öldüreceklerini söylediler. Benim gibi gölden şikayetçi olan birkaçı şehrin belediyesine haber verelim gölü pullarından temizleyelim belki o zaman en azından taşmaz dedi. Onları da zındıklıkla suçlayıp köyden kovdular. Bu köylülerden bir halt olacağı yok yani. Bir iki sesini çıkarmayıp gizliden bana destek çıkan arkadaş zamanla bu göl belasından kurtulacağımızı söylüyor da hafiften gülüp geçiyorum. Keşke bela olan suyuna tükürdüğümün gölü olsa.

Balıktan nefret ettiğimi de söylemiş miydim?