önüme bir kadın geçti. şapkasını çıkarttı. tanıdım onu. kırk beş ay aradan sonra ilk defa görmüş olmama rağmen, beraber piknik masalarında edebiyat dergileri karıştırdığımız hanımefendiydi kendileri. arkadan görünüşüne göre biraz kilo vermişti. bunu ona söylesem hoşnut olabilirdi, ama bir geçmişimiz vardı ve biraz sancılıydı bu geçmiş. bundan ötürü de kırk beş ay önceydi son görüşüm onu. ve hiç beklemediğim bir zamanda, üniversite okumak için geldiğim bu şehirde, lise yıllarıma damga vuran bu kadın kişisini görmek, belki de şans faktörünün gerçekliğine delaletti. gerçi ondan şüphe duyan da yoktu. asıl şüpheyi ”de” yi ayrı yazamayan türkçe hocalarından duymak gerekirdi. yani lisede ben böyle söylerdim. sürekli takıktım türkçe hocalarına. kendim her haltı bildiğimi sandığım için onların hatalarını arardım. bazen götümden elementler uydurup, onlara bu uydurma elementlerden oluşan periyodik tablomun ilk yirmi üyesini ezberletirdim.
tam yetmiş beş santim önümde duran kişi de baktığı yöndeki kişileri bakışlarıyla alaşağı ediyordu. aynı zamanda ön taraftaki gözlüklünün cebinden bir paket malbuş sarkıyor ve şöfor, yaşlılarla diyalog kuruyordu. bense kulaklıktan son ses ayten alpman dinliyordum. ve rastgele modunda gelmişti ayten alpman. belki seksenlerin çocukları değildik ama bizim de aşklarımızın fon müzikleri oldu. çağdaşlarımın çoğu tarkan, teoman vs. tercih etti, bense yetmişler slow takıldım genel olarak. ve çoğu eski şarkıyı birine ithaf etmiştim. bazıları flörtlerime ithaftı, bazıları kız arkadaşlarıma, bazıları platonik olduklarıma, bazıları beraber her şeyi yaptığım kardeşlerime. bazıları beraber pikniğe gittiklerime, bazıları sahilde oturup şarap içtiklerime, bazıları tanımadığım halde çok saygı duyduğum büyüklere, bazıları da daha yakından tanıyıp isteyip de başaramadıklarıma. çok grup saydım belki karıştı ama bu kız birinci gruba dahildi. çok güzel zamanlar geçirmiştik, piknik masalarında popüler edebiyat dergilerini itin götüne sokmuştuk. beraber el ele verip güzel giden romantik durum öykülerini paramparça etmiştik. romantizme karşıydık, romantik devrimcileri samimi bulmazdık, şarabı kadehte içmeyi de bu yüzden sevmezdik zaten. adı da neydi, bak onu unuttum. anılar silinmiyor belki ama isimler geçici. çok seneler geçti aradan. dört yıldan mübarek ayların sayı sıfatı kadar eksik. arasokaklarda hoşlandığı kızın omzuna kolunu koyan arkadaşımı hatırlıyorum. o gün yağmur yağmıyordu ama şemsiye almıştım. yine aynen böyle ucuz söz oyunlarıyla etkilemeye çalışıyordum kendimi. hah hatırladım, asyaydı adı. asya. asya. asya. çok güzel isim. ve böyle dediğim çok daha çok isim var. asyayı neşretmeye başlamamın ardından beş, ağlamaya karar vermemin ardından dört, asyanın inmesine ise tahminen üç durak kalmıştı. bilmiyordum bunu aslında bakarsanız. bazen bazı şeyleri bazı sıfatıyla anmak bazen hoşuma gider. cümle alıntılamak bazı yazarlar için kafi iken benim için hiciv sebebidir. ve ben yalınayak da yürüyebilirdim bu yolda, kafirlere taş ta atmıştım zamanında. zamanında kafiye de yapmıştım, beraber varlık dergisi de okumuştuk asya ile. kulaklığımdan aldığım cesaretle butona abandım. o kadar heyecanlanmıştım ki tam kadrajında buton olan bir kadının dikkatini titreyen sağ elimle çekmiştim. beni elimden tanıdığını sanmıyorum, ama kafasını çevirince tanıdığına emindim. tahmin ettiğim gibi oldu, o da benimle aynı durakta indi. kulaklığımı inadına çıkarmıyordum. o da yüzüme bakıyordu. bilmediğim bir durakta inmiştim, fikrimin olmadığı bir istikamette yürüyordum. rastgele modunda şarkı değişip çıkıntı bir şarkı çıktığında çıkardım kulaklığı.
”merhaba” dedim. nasıl olduğumu sordu, ”insan önce merhaba demez mi?” dedim. yüzünde esnaf lokantası sahibinin masaya konan ekmeğin bitmediğini gördüğünde yüzünde oluşan gülümsemesi belirdi.
”nereden öğrendin böyle güzel gülümsemesini?”
”hiç değişmemişsin.”
”yalan söylüyorsun”
”kendini buna inanmak istiyorsan inandır.”
”konuşalım mı biraz?”
”senin için her zaman vaktim var”
sınıf arkadaşlarımla oturduğum parka gittik onunla. denize karşı bir parktı ve hava soğuktu. romantik sayılabilecek bir ortam olabildi eğer biz romantizm karşıtı olmasaydık. tam da konuşmamızın başlangıcında bir şarkı olsaydı nasıl olurdu? doksan sonları çocukları olmamız her hafta grip olmamıza engel değildi. veya kuş gribiyle domuz gribi denen uyduruk şeylere tanık olmamıza. nil burak veya tüdanya’yı ulu orta dinlememize de engel olmamalıydı.
”tam burada bir şarkı açsam hoşuna gider” dedi. aklımı okumuş olmalıydı.
”gider” ….
”yaklaşık dört saat konuştuk, evli olmadığın konusunda hemfikiriz.”
”ama ben senin medeni halini bilmiyorum.”
”ben o dergilerle evlendim, piknik masalarında karıştırdığımız dergilerle.”
”gelsene benimle” dedi asya ve kalkıp anayola çıktık. gecenin bir yarısı anayola çıkan bir kız ve bir erkek. neye yorulmalıydı bilmiyorum. son günlerde sevdiğim
gruplardan birinden bir şarkı sözü takıldı ağzıma o an. gecenin yoğun yaşandığı saatlerdi fakat gecenin hareketli olduğu bir yerde değildik. babası iyi bir adamdı asya’nın ve ben yeraltı edebiyatına dahil olan şeyleri pek beceremezdim. tüylerim diken diken olurdu bukowski okuyunca ve özellikle bunları daktilo aracılığıyla yazdığını düşündükçe deliriyordum. benim elimde son model teknoloji olmasa da yakın bir teknoloji vardı ve çok iyi değildim. iki üç kalburüstü dergide yazdıklarımı es geçiyoruz elbette. bu arada asya bir taksi çevirdi ve bilmediğim bir güzergahta ilerlemeye başladık. benim güzergahlarla ilgili ciddi problemlerim hasıl olmaya başlamıştı son zamanlarda. neyse. bir müddet sonra taksiden indik. asya koluma girdi, yürümeye başladık.
”bu yaşadıklarımız bir rüya olsaydı uyanınca ne hissederdin?” hep böyle zor sorardı. sanki muaf olduğum dersin hocası sözlüye kaldırmış gibi hissediyordum.
”bu yaşadıklarımız bir rüya olsaydı ben hiç uyanmak istemezdim.” olmadı bu. söylemedim tabi ki bunu.
”bu yaşadıklarımız bir rüya olsaydı ben senin yanında uyanmak isterdim.” bu olmuştu bunu söyledim. alakasızdı ama fiyakalıydı. aynı yazdığım şiirler gibi. ve hava muhalefeti nedeniyle okulları tatil edilen çocukların yaşadığı sevinci duyumsadım içimde. sözcüklere hakim değildim. beni piknik masalarının oraya götürdü. çantasından varlık dergisinin 45 ay önceki sayısını çıkarttı. şarapçıların piizlendiği masanın yanındaki masaya oturduk. kötü bir lamba aydınlatıyordu bizi. derginin o sayısını hatırlıyordum. hatta bazı yerlerin altlarını pilot kalemle çizip notlar da almıştık.
”tesadüf.” dedim.
”ne tesadüfü?”
”tam benimle karşılaştığın gün çantanda bunun olması tesadüf”
”ben kırk beş aydır taşıyorum onu ve seni son gördüğümden beri almıyorum varlık dergisini.”
kalakalmıştım. o an ona orada evlenme teklifi etsem ve şarapçı abiler de şahidim olsa kesin hayal ettiğim yaşamın kapıları ardında kadar açılmış olurdu bana. ve o zaman belki üniversite sınavına az çalıştım diye hayıflanmayı keserdim. veya gelecekten kesitler sunmak hayali yetilerim arasında, yahut gelecek planlarım arasında yer almayabilirdi. ya da en iyi arkadaşımla çarşıya çıkmazdım. bağırarak küfrü bastım.
”eğer bu bir rüyaysa şuan bitmesini diliyorum”
”niye bana söylüyorsun, ben buna karar veremem”
”bana bir şey söyle”
”hayır”
”onu demiyorum.”
”polis filmini hatırlar mısın?”
”haluk bilginer’in efsane oyunculuğunu mu?’’
”veya onur ünlü dehası?”
”her zamanki hali.”
”haluk bilginer’inki de öyle.”
”doğru.”
”doğru.”
son otobüsler kalkalı çok olmuştu. şarapçı abilere selamı çaktım ve ayrıldık oradan. ilk otobüsleri beklemeye başladık. üzerimizde iş kıyafetlerimiz duruyordu. farklı otobüslere bindik, ayrıldık birbirimizden. bir daha bir yerde denk gelmek üzere sözleştik. ve birbirimizden numaralarımızı almasak çok havalı olurdu belki ama yirmi birinci yüzyıl modern robotlarından ikisi olduğumuz için bunu yapmadık. otobüse bindim. koltuğa oturup cama başımı yasladım. bir kafede çalışıyordum değil mi yazının başında? yok hayır, üniversite okuyordum.
asyayla geçirdiğim zamanı siz düşünün, artık maaşlı bir işim var.