Bulanık zihnimde düğüm halini alan ve korkunç imgelere dönüşen anılarımdan kurtulmak istiyorum. Makasım olmadığı için oldukça şanssızım ya kalemim de olmasaydı!

İki saatlik, kabuslarla dolu bir uyku. Bu sürelerde hissettiği korku dışında içinde en ufak kıpırtı yok. Her şey ne zaman, nasıl ve niçin başladı; ne zaman, nasıl bitecek; niçin bitmiyor diye sora sora toz tutan belleğini temizlemeye koyuldu. Sakladığı şeyleri ortaya dökmekten başladı cevap arayışına; günlükler, karton kapaklı defterler, spiralli defterler, küçük kağıt parçaları, büyük kağıt parçaları, çirkin bir dosyanın içinde sıkış tepiş A4’ler, kenarı buruşmuş olanlar, üzerine kahve dökülenler, karalananlar…

“müzikler dinledim hatta dans bile ettim”

“sorumluluk almış olmak hoşuma gitti”

“…umuyorum”

“en çok istediğim şey insan görmek”

“hissettiğim her şeyi yazmak zorundayım”

Bir yabancının belgelerini ele geçirmiş gibi dikkatli ve bir o kadar anlam veremeyerekten gezdirdi gözlerini satırların üzerinde. Şimdi burun kıvıracağı her cümlenin önceden kendi kaleminden döküldüğünü inkar edemezdi. Dans etmek oldukça yorucu geliyor artık ona çünkü dans edince terlersin, terleyince banyo yapman gerekir, banyonun ardından saçlarını kurutman, üzerini giyinmen, kirli kıyafetleri yıkaman gerekir, asman, sonra toplaman… Dans etmek, yorucu. Sorumluluk almak fedakarlığı beraberinde getirir, nesi kaldı? Ummak, acizce geliyor. İnsanları görmemek için on üç gündür odasından çıkmıyor. Yazacak bir şeyi yok.

“aramızda kopacağına ihtimal vermediğim garip bir bağ var”

“aşık oldum”

“çok güzel şeyler yaşayabilirim eğer istersem”

İnsan yalnızdır ve bunu unutmaya yönelik tüm çabalar, o karanlık boşluğu derinleştirmek dışında işe yaramaz. Boşluğa rastgele atılmış iplerin birbirine dolanması ise bağ sayılmaz. Ve artık öyle bir halde ki metal sigara tabakasına benzeyen bu laflar bile onu kurtarmaz.

“onları çok sevsem de ani ve biraz ürkütücü bir soğuma eğilimim var”

“sevgi, tahribattır.”

“mahvettim her şeyi”

“kendimi zorluyorum”

Hadi hadi hadi şimdi söylemelisin sevdiği şarkı da başladı! Dur. Ne diyeceksin?

“kalbindekii çalan şarkıyıı duymaak isterim”

Hayıııır onu zaten söylemiş başka biri! Rahatlığına hayranım doğrusu insan evde biraz prova yapar!  Üçüncü şişeyi yüzümdeki anlamsız sırıtışla açarken “bu kadarcıkla sarhoş olunmaz yaa” demekten utanmıyordum. Asıl söylemek istediklerimden farklı şeyler dökülür ağzımdan hep. Konuşmanın gereksizliğine dair fikirlerimden yıllardır kurtulamadım ve gerektiğinde yaptığım gibi içimden üçe kadar saydım üç kere, dördüncüye kalmadan konuşmaya başladım: “Tanışalı çok olmadı biliyorum ama sende tanıdık şeyler buldum. İyiye ve güzele dair. Çok hoşlanıyorum senden. Şanssız biriyim aslında ama zorlamaktan da vazgeçmedim”

Al işte ucuz romanlardan fırlamışçasına birkaç uyduruk cümle! Azıcık düşünerek söyle şunları ve bir an önce sadede gel, daha fazla rezil etme kendini!

“… seni seviyorum ve bir şansım var mı merak ediyorum.”  Merak ediyormuş! Reddedileceğine dair en ufak şüphen olsa açılabilecekmişsin gibi… Aşkımı ilan ettiğim günle takımımın maçı aynı güne denk gelmişti. İkimizden birinin kaybetmesi gerektiğini sanıyordum. Ve bu sefer kendi galibiyetimden öylesine emindim ki takımım için üzülmeye sabahtan başlamıştım. Saçmalama!

“Var. Evet, var.”

Mutlu olmalıydım. Sevgime karşılık verilmişti, mutlu olmalıydım. Boynuma kondurulan öpücükten sonra mutlu olmalıydım. Peki neden olamadım? Bunları düşünmeyi ben de isterdim tabii ama maç başlayacaktı. Var olan tüm zamanları farklı meşguliyetlerde harcayıp kendinden kaçtın yani! HopHop kor-kak-top! Sonraları çok baktım o gün eve dönerken kıraathanenin önünde çekildiğimiz fotoğrafa. Kapıya asılan sarı-lacivert bayrağın önünde ben, yanımda kalbi benle ve Fenerbahçeyle atan biri. Ne işimiz var burada, demiyor. Apar topar gitmek zorunda mıydık, demiyor. Günün şanssızı oymuş meğer.

Fenerbahçemiz sahada harika bir performans sergiledi. İlk gol, Mesut’tan geldi ve ilk yarı 1-1 tamamlandı. Kim Min-jae’nin mücadelesini de verilmeyen penaltımızı da dün gibi hatırlıyorum. Uzatmalarda atılan ikinci golü, zıplamaları, yumrukları, kazanmanın verdiği sevinci… Çok -ve neyse ki- heyecanlanmıştım. Yaşa Fenerbahçe!

Sevdiğim ne varsa günler içinde öğrendi ve hepsini beni sevdiği gibi sevdi. Sev!

“Ben de takip edicem artık maçları.”

“Aslında basketbolu takip ediyorum.”

“Olsun ona da bakarım.”

“Bakma, zaten Obradović gitti.”

“Bir şeyin mi var senin?”

“Dedim ya Obradović gitti.”

“Ya dalga geçme neyin var? Uzun zamandır iyi görünmüyorsun.”

Bu hissizlik halinden Obradovic’i, dinlediği şarkıları, izlediği filmleri, okuduğu kitapları, hava durumunu, olmayan genetik hastalıklarını, çoraplarının rengini ya da yanlış saç kesimini suçlu tutmaya kalktı. Pek işe yaramadı.

“Ben de bilmiyorum ki. Yani bu benim her zamanki halim sanırım. Böyleyim, değişmiyor.”

Her zamanki hali değil, yazdıkları bunu yüzüne vuruyor. Çözüm yolları aramadan önce belki de sorunu bulmaya çalışmalıydı.

“Yok, hayır. SAKIN KENDİNİ SUÇLAMA. Her halini seviyorum ama endişelendim sadece. Gel buraya.” Kaskatı ve buz gibi vücudu, sıcak şefkatli kollar tarafından sarmalandı. Tamam, bekle biraz, bitecek zaten. En azından bu kadarını yap! Sevgilisinin sevgi sözcükleri eşliğinde saçları sevgiyle okşandı. Sev!

Artık durdursan mı? MİDEM BU-LA-NI-YOR! Belli etme sakın! Belli et! Bir şey yap! Öylece durma! Hiçbir güzel şeye karşılık veremeyecektim. Ama kendi hastalıklı halim yüzünden insanların hayatını mahvetme hakkım yoktu bu nedenle olması gerekeni elimden geldiğince yapmaya çalışıyordum, sevgiliniz size sarıldığında sizin de kollarınızı dolamanız gibi basit ve olması gereken şeyler. Basit olması gereken şeyler. İçimde en ufak bir duygu kırıntısı kalmadığıyla yüzleşmek çok zordu, kalbimin tamamıyla taşlaştığını düşünüyordum. Böyle değildim eskiden. Tam 1 dakika 11 saniyedir temas halinde olduğumuzu neden biliyordum? Su altındaki rekorum 1 dakika 23 saniyeydi, suyun altında bile daha fazla dayanıyordum! Soluk alamıyormuşum gibiydi. Alnımdan öptü, alnıma silah dayayıp tüm bunlara son vermek istedim. Benim midem bulanır kan görünce. Durdur artık şunu durdur! Yeter! Yeter! Yeter! Elini oraya koymasın! Saçlarına da dokunmasın artık! Sürekli sarılmak zorunda mı sana? Öyle öpmesin! Uzak dursun senden! İMDAAAAAT!

“Şey ya sigara bitmişti ben bi’ alıp geleyim.”

“Ne oldu bir anda?”

“Gelicem hemen. Bir şey olmadı.”

“Dur, konuşalım. Bir şey oldu. SUSMA.”

“Sigara-”

“ANLATMADIKÇA DAHA KÖTÜ OLACAK.”

“Ya gerçekten…”

“Bazen beni sevmiyormuşsun gibi hissediyorum.”

Hayır, sevgilim. Yaşadığımız her şeyde biz haksızmışız gibi hissettirenleri sevmiyorum. Susmaktan başka çaremiz olmadığını düşündürenleri. Giydiğimiz kıyafetten tut atamadığımız çığlığa kadar hesap sorma hakkına sahip olduklarını zannedenleri sevmiyorum. Gerçeklerin üzerini örtmek için şekilden şekile girenleri sevmiyorum. Annemi sevmiyorum, annem de onlardan biri. Bu düzeni sevmiyorum, kim kurduysa onu da karşı gelmeyeni de sevmiyorum. Bitmek bilmeyen tehlike an(ı)ları, ne savaşabiliyorum ne kaçabiliyorum, kendimi sevmiyorum. Gerektiğinde içimden üçe kadar sayıyorum:

birikiüç

Her yerime elledi herifin biri. Çocuktum. Kimseye söyleyemedim.

Kağıtlardan temiz olanları aldı, diğerlerini yeniden koydu çantaya. Gece yarısında oturdu masaya; yazdı, yazdı, yazdı. Sonra lambayı söndürdü ve rahat bir uykuya daldı. İşte şimdi tatlı rüyalar sana!