“Merhaba,” dedi ön koltuktaki kadın bana dönerek. Otobüsün ilk mola yerine dek yüzünü hiç görmemiştim. Üç saattir altın sarısı renkte saçlarına güneş vurdukça oluşan parıldamayı seyrediyordum. Ara ara minik minik örgüleri vardı saçlarında. Arkadan bu örgüleri görünce daha genç sanmıştım onu. Nihayet yüzünü gördüğümde teninin matlığı, göz çevresindeki kırışıklıklar, iri kemerli burnundan dudağına uzanan çizgilerdeki belirginleşme, dudaklarındaki aşağı doğru bükülme kırklı yaşlarda olduğunu gösteriyordu bana. 

“Merhaba,” dedim gülümsemeye çalışarak. 

Şarj aletiniz var mı acaba? Benimki bagajdaki çantamda kalmış.” 

“Çok teşekkür ederim.” dedi ben şarj aleti uzattığımda. Benim zoraki gülümsememe rağmen onun gülümsemesi son derece doğal, rahat ve kayıtsızdı. 

İsmini öğrenemedim. Kendim sormadım, birini de ona hitap ederken duyamadım. Tek başına gelmişti bu geziye. Yan koltuğunda oturan diğer yolcuyla tanışırken muhasebeci olduğunu, bekar olduğunu, daha önce defalarca tur programlarıyla seyahat ettiğini söylediğini duydum ama ismini ne o an ne de daha sonra asla duymadım. 

Yolculuk bitip Ihlara Vadisi gezisi ile tur programı başladığında da altın saçlı kadını gözlemeye devam ettim. Tur rehberi kırk küsür katılımcıyı vadi içindeki kiliselerde etrafında toplayıp tarihi bilgiler verdikçe biz de onu bilgiye susamışlıkla dinledik. Dinlerken gözlerim insanların üzerinde dolaştı sıkça. Kimi çok pejmürde giyinmişti; döküntü, dizi çıkmış eski püskü kot pantolonlar, buruşmuş oduncu gömlekleri, bir gecelik yolculuk sonrası olmanın getirisi yağlanmış saçlar, morarmaya yüz tutmuş göz altı torbaları, ıslak koltuk altlarının görselleşmeye başlamış kokusu; bazısı giyimine entelektüelliğini yansıtmıştı; kiminde fular, kiminde omza atılmış bir şal, birinde kırmızı saçların üzerine atılmış siyah fötr şapka; biri de ekibin en şık insanıydı; kare desenli siyah külotlu çorap üstüne kırmızı bir etek, bel dekolteli uzun kollu siyah bir bluz, topuklu siyah çizmeler, bu kombini bir hediye paketi gibi saran çiçekli bir parfüm kokusu. Altın örgülü saçlı kadın ise son derece sıradan görünüyordu. Siyah beyaz enine çizgili bir kazağın altında boru paça bir kot pantolon, ayaklarında rahat görünümlü koyu yeşil spor ayakkabılar. Kollarını kavuşturmuş, sırtını kayadan oyulmuş Ağaçaltı Kilisesi’nin duvarına vermiş rehberi dinliyordu. Vadi gezisi boyunca herkes çıldırmış gibi fotoğraflar çekti. Vadinin içinde bir köprü, köprünün altında tatlı tatlı akan bir nehir. Kiliselere çıkan taş basamaklar. Kiliselerin içinde bazısının boyası soyulmuş bazısının üzerine sonradan ziyaretçilerin isimleri kazınmış freskler. Ama kadın bu güzelliklerin hiçbirinin fotoğrafını çekmedi, kendisi de fotoğraf çekilmedi. 

Otobüste zaman zaman başını cama yaslayıp uyudu. Arada kulaklıkla müzik dinledi. Bir ara kulaklığı televizyona taktı. Güncel bir dizi vardı ekranda, onu izlediğini gördüm. Bazen camdaki yansımasından yüzüne bakmaya çalıştım. Kalkıp su almaya gittikçe kendisine de su isteyip istemediğini sordum. İstedi genelde. Her şeyiyle doğaldı, sıradandı. Tek başına gelen tek yolcu da o değildi, ama yine de o kadında beni sürekli onu gözlemeye iten bir şeyler vardı.

Yer altı şehirlerini gezerken benim heyecanımı paylaşıyor mu diye yine ona bakmaya çalıştım. Yakınlaşğı kimse yoktu ama herkesle az biraz sohbet ediyordu. Hiç çekingen birine benzemiyordu. Tam aksine halinde aşırı bir umursamazlık vardı. İlk ve son kez orada benden fotoğrafını çekmemi istedi. O zaman anladım orda olmaktan benim kadar heyecan duyduğunu. 

Pek alışveriş yapmadı. Kayadan oyma seramikçiyi gezerken seramikleri ilgiyle inceledi. Eline aldı evirdi, çevirdi, satıcılara sorular sordu ama satın almadı. Lokum dükkanından da bir şey almadı. Ama yerel oniks taşının işlendiği el sanatları merkezine karşı epey ilgiliydi; takıların hepsini neredeyse tek tek dolaştı. Yüzükleri dolgun parmaklarına takıp çıkardı, küpeleri 

aynada kulağına yaklaştırıp inceledi, kolyeleri denedi, sonra tek bir yüzüğü onun için paketlediklerini gördüm. 

Açık büfe olan yemeklerin hepsine özenle katıldı; kendisine ara sıcaklar, ana yemek, salata tabağı ve tatlılar şeklinde dört farklı tabak hazırladığını ve hepsini iştahla yediğini gözlerimle gördüm. 

İlk günün sonunda yorgunluktan çoğumuzun gözleri kapanırken geceki eğlence programına katılmak istediğini söyleyen üç kişiden biri oldu. Geceye giderken dizinin iki karış yukarısında biten mavi tek parça bir elbise ile beyaz hafif topuklu çizmeler giymişti, saçlarının örgüsünü açmıştı, yanaklarında bir parça allık, gözlerinde bakışlarındaki zekayı belirginleştiren siyah kalem, dudaklarında kırmızı bir ruj vardı. Mini eteği ve kırmızı rujuna rağmen seksapalden ziyade masumiyet ve zarafet yayıyordu. 

“Keşke sizler de gelseydiniz, eğlenceli olacak.” dedi neşeli bir sesle yemek masasındakilere. 

Çok yorgun olduğunu söyledi bir kişi, biri geceyi pahalı bulduğunu söyledi, bir başkası ilgisini çekmediğini. Ben de ertesi gün sabahın köründe balonları izlemeye gideceğimi söyledim. 

“Olsun, “ dedi. “Ben de sabah balona binmeye gideceğim ama sonuçta bir daha ne zaman geleceğim ki, her şeyi yapasım var.” 

Sabah gördüğümde oldukça dinçti. Gözleri parıl parıl, yüzündeki kırşıklıklarsa sanki ilk güne nazaran azalmış. Yeniden örmediği saçları altından bir yığın halinde omuzlarına dökülüyordu. 

“Geceniz nasıl geçti, eğlenceli miydi?” dedim kahvaltı sırasında beklerken, kalabalığın uğultusu arasından sesimi duyurmaya çalışarak. 

“Çok güzeldi, “ Gerçekten bir mutluluk hali vardı ifadesinde. Tabağına soslu yeşil zeytin doldurdu. “Biraz da içtik ama neyse ki balon turuna uyanabildim.” dedi. 

İzledim balonları, “ dedim. “Rüya gibiydi. “ 

Heyecanla sesi tizleşti. “Bir de içinde olmayı denemeliydiniz. Oz Büyücüsü gibi hissettim kendimi.” 

Oz Büyücüsü’nü çocukken izledim elbette. Balonla ilgili bir şeyler olduğunu hatırlıyorum ama ne olduğunu hatırlayamadım. Bakışlarımdaki soru işaretini algılamışçasına sabırsızlıkla ekledi.

“Oz Büyücüsü işte; filmi var, kitabı var. Çocukken en sevdiğim kitaptı, defalarca okudum. O zamanlar en çok Dorothy’den etkileniyordum tabi, kendimi onla özdeşleştiriyordum, hatta onun gibi topuklarına vurup üç kere ev gibisi yok dediğimde eve gidebileceğim kırmızı pullu ayakkabılarım olsun çok istiyordum. Şimdi daha çok Oz Büyücüsü’ne yakın hissediyorum. Kendisinden mucizeler beklenen biri Oz Büyücüsü ama sonunda şarlatan olduğu ortaya çıkıyor. Nihayetinde bir balon içinde Zümrüt Şehir’i terk ediyor. Ama öylesine alelade ve zavallı ki onu bile kasıtlı yapmıyor. Amacı Dorothy’ye yardım etmek olduğu halde Dororthy’i alamadan öylece havalanınca balon ,bir veda konuşması yapıp gidiveriyor. Hem Dorothy’ye yardım edemiyor, hem de sanıldığı gibi muazzam biri olmadığını ortaya çıkarıyor. Aslında hikayenin özü bambaşka. Ulaşmak istediğin cesaret, iyilik, akıl senin kendi içinde gibi bir mesajı var okuyanlara. Ama kitaplardan hayatının farklı dönemlerinde farklı mesajlar alabiliyorsun. Bir kitabı büyüleyici kılan da bu bence.” 

Kendini bir anda bu kadar bana açabilmesi hoşuma gidiyor, sohbet ilerlesin istesem de kahvaltımızı yarım saat içinde bitirip yeni günün programı için hazır olmalıyız. 

“Söyledikleriniz çok ilginç, bunu konuşalım yine. “ dedim sadece. 

Ekmeğini iştahla reçele banarken “Tabi,” dedi umursamazlıkla. O zaman fark ettim, bana anlatmıyordu bunları aslında, yani orda kim olsa, hiç tanışmadığı biri dahi olsa anlatacaktı. Muhatabının onu dinleyip dinlemediği o an için çok da önemli değil gibiydi. 

Paşabağları Ören Yeri’nde onu deveye binerken gördüm. Bir sefer de atla safariye katılırken. Göreme Açık Hava Müzesi’ndeyse tabi ki Kapadokya’daki pek çok yapı gibi kayadan oyma olan ve eskiden kilise olarak kullanılan yapıların her birini gezdi sanki. Rehber hepsine girmenin gereksiz olduğunu, çoğunun boş odalar olduğunu söylemişti. İçinde freskler olanları belirtmişti bize. Grubun çoğu da o yapıları ziyaret etti. Ama altın saçlı kadın onlara çok yüz vermedi, boş odalara döndü yönünü. Ben de istemsizce onun gezdiği taraflara yöneldim. 

Çavuşin Kasabası’nda nihayet yarım saat serbest zaman tanındı bize. Hava muhteşemdi, ilkbaharda gibiydik. Kasabanın her yeri tarihi taş yapılarla doluydu. Bu taş yapılardan yıkık dökük olan birinin basamaklarını çıkmaya başladık önce birkaç kişi. Ama basamakların yukarı doğru devam ettiğini görenler bir süre sonra indiler geri. Biz altın saçlı kadınla yürümeye devam ettik. Basamaklar yıkık dökük, yer yer takılıp tökezliyoruz, yanda yapının arasına minnacık bir otel inşa etmişler, kapısı saray kapısı gibi. Bir tarafta inşaat halinde bir takım çalışmalar devam ediyor, duvarların birinde ÖNCE GÜVENLİK yazılı bir tabela var. Biz çıkmaya devam ettik. Önce pek konuşmaya ihtiyaç duymadan, sonra o bir sohbet başlattı. 

“Bu kasaba gezdiğimiz en güzel yer bence. “ dedi. 

“Bence de, “ dedim. “Antik kentler gibi görünüyor.” 

“Evet, antik kentlerde gezmeyi çok severim. Taş basamakların arasından kendimi o dönemdeymiş gibi hayal ederek dolaşmayı çok seviyorum. “ 

Yine kendi kendine konuşuyormuş hali vardı üzerinde.

İlerledikçe basamak inşa edilmemiş, çıkması daha zor bir hal aldı. Güneşin altında terlemiştim de, ama nereye varacağımızı merak ettiğimden ve altın saçlı kadının aurasına kapıldığımdan çıkmaya devam edecektim. 

Taşlar bizi araç yoluyla ve tek tük bodur ağaçlarla bölünen geniş bir araziye çıkardı. Yol kenarında bir araç park etmişti. Arazi yokuş yukarı devam ediyor, daha tepeden birkaç insan sesi geliyordu. 

“Devam edelim mi? Dönelim mi? “ dedim, on beş dakika sonra otobüsümüz hareket edecekti. 

“Biraz daha devam edelim, şu en yukarı kadar çıkalım.” dedi tepenin yukarısını işaret ederek. O zaman işaret parmağındaki yüzük dikkatimi çekti. İncecik bir yüzük, ortasında yeşil bir taş

“Yüzüğü el sanatları merkezinden mi aldınız? Çok güzelmiş.” dedim. 

“Evet, yeşim taşı. Taşları anlatan kadın da dedi ya, mutluluk taşıymış.” “Peki işe yaradı mı? “ dedim gülerek, öylesine, laf olsun diye. 

Altın saçlı kadın da güldü. “Hayır yaramadı.” dedi. Buruk değildi ama, neşeli bir gülüştü. Ayakkabılarımızın toprak yolda çıkardığı tok sesin, arada bir ezdiğimiz dalların çıtırtısının arasına karıştı gülüşü. “Epey düşündüm de mutlu olmanın bir yetenek olduğuna karar verdim. O da bende yok.” 

“Sizin büyük bir derdiniz mi var? “dedim samimi konuşmaya başlamasından cesaret alarak. “Her etkinliğe öyle istekle katılıyorsunuz ki geziye belli bir sorunu aşmak niyetiyle katıldığınızı düşündüm.” 

“Yoo, ben hep bu tür seyahatlere çıkarım. Ama burayı bilerek geciktirdim. Çünkü çok özel, masal gibi bir yer. Dünyanın sıkıntısı bence çok gerçek olması. Hiç sihir yok, mucizeler yok. Hayvanlar konuşmuyor, tılsımlı ayakkabılar üretilmiyor, pamuk prensesler öpücükle uyanmıyor, iyilikle kötülük savaşını iyilik kazanmıyor.” Birden ilgiyle bana döndü. “Fantastik ya da bilimkurgu edebiyat sever misiniz? “ 

“Pek değil, ben aslında kurgu okumaktan ziyade bilgi verici şeyler okumayı seviyorum.” 

“Ben çok severim. Çünkü gerçeklerden uzaklaştırıyor. Böyle konuştukça bir derdim olduğunu düşünmenizi anlıyorum aslında. Ama insanların çoğu meselenin özünü kaçırıyor, siz de öyle. Meselenin özü yaşamın kendisinin, tüm bu gerçekliğin başlı başına bir dert olması. Sanki yaradılışımızda içimize bir varoluşsal kaygı da yerleştirilmiş. Herkeste var mı acaba, yoksa sadece bazı kişilerde mi ve ben de o şanssızlardan biri miyim?” 

“Nasıl bir his mesela, açarsanız bende olup olmadığına karar verebilirim.” 

Şöyle göğsümün ortasında hissediyorum genelde, bir yabancılaşma duygusu, bir anlamsızlık, saçmalık hissi. Kimi insan hayata şöyle bakıyor; bu hayat sonsuz mutlu olana ulaşmadan önce verilmesi gereken bir sınav ve ölümden sonrasına hazırlanıyor. Kimi de yaşayacağımız tek gerçek hayat bu diyor. Ben en zor olana sahibim. Ne ölümden sonrasına ne

yaşamın kendisine inanıyorum. Hiçbir şeye inanmadığımdan dünyaya aidiyet duyamıyorum, uzay boşluğunda savruluyor gibiyim. “ 

“Yaşamın kendisine inanmamak nasıl bir şey yani?” 

“Bazıları hayatta dine tutunur, bazıları bilime, kimi mesleğine. İyiliğe inanabilirsin, paraya belki, sevdiğin insanlara ya da kozmik bir enerjiye falan inanabilirsin. Ama hiçbir şeye inanmadığında bu o kadar zor ki! ” 

“Evet, ama aynı zamanda imkansız geliyor bana. Her insan hayatta bir şeylere tutunur. Hayatta kalma motivasyonunu sağlayan bu.” 

“Hiç bir an önce ne yaşayacaksam yaşayayım da ölüm vakti gelsin diye düşündün mü?” Hitabını değiştirdiğini fark ettim. Gözleri ara ara uzaklara dalıyordu. Otobüs saati geçeli beş dakika olmuştu. Telefonlarımız çalmaya başlardı birazdan. 

Cevabımı beklemeden devam etti. “Bak ben bunu yirmili yaşlarımın başından beri düşünürüm.” Tepenin sonunda yine bir kısmı yıkılmış kayalar vardı, tırmanmaya devam etti kayaları, ben de ona ayak uydurdum. “Bazısı bir gün hayat bitecekse dolu dolu yaşayalım diyor, bazısı öyleyse yaşamanın bir şeyler inşa edip durmanın ne anlamı var diyor. Ben maalesef ikinci gruptayım. Sence sen hangi gruptasın?” Önce onun telefonu çalmaya başladı. Aldırmadı. 

“Ben ilk gruptayım. Yani hayattan kısmen keyif alıyorum. Dini inançlara da sahibim. Bu, insana biraz korku da getiriyor tabi ama yine de uzay boşluğunda sallanmaktan iyidir.” 

“Eğer inanç bilinçli bir tercih olarak gelebilseydi, evet artık inanıyorum der ve hayatıma senin gibi devam ederdim. Ama öyle gelmiyor, çok içte olan bir şey. Benim yazılımıma mı yüklenmemiş nedir?” Bu sefer gülümsemesi biraz buruktu. 

Benim telefonum çalmaya başladı bu kez. Kayalıkların tepesine tırmanmıştık artık, nerden baksan on-on beş metre yükseklikteydik. Tepede dolaşan bir iki insan da ortalıktan kaybolmuştu. Yer yer otların bittiği küçük toprak bir zeminde duruyorduk. Çıkış noktamızdansa epey yukardaydık. 

“Manzaraya iyice baksana.” dedi, elini güneşe karşı alnına siper ederek uzaklara bakarken. Aşağısı kayalık zemindi, yukarısı berrak mavi bulutsuz bir gökyüzü. Önümüzde Çavuşin Kasabası olduğu gibi görünüyordu. Tarihin aşındırdığı ama yıkamadığı taş binalar, yaprakları sararmaya yüz tutmuş ağaçlar, az önce yanından geçtiğimiz saray kapılı otel, hatta bizi bekleyen otobüsümüz. 

Telefonum çalmaya devam ediyordu. 

Birden bana döndü. “Benden buraya kadar.” dedi. Duyduğum en soğuk tonuydu sesinin. 

Ne kastettiğini o anda idrak ettiysem de etmemiş olmayı istedim. “Evet evet dönelim bence de.” dedim çaresiz bir sesle.

Şu an bir balonun buraya iniş yaptığını hayal ediyorum.” Çantasını omzundan çıkarıp bana doğru yere fırlattı. Çanta toz kaldırırken, içinden bir takım kağıtlar göründü. Altın saçlı kadın gözlerini kapadı bir adım geriye atarken. “Sepete çıktığımı. Balonun beni daha güzel bir dünyaya götüreceğini. Kendimi evde hissedeceğim bir dünyaya” Kollarını iki yana açtı, yeşil spor ayakkabılarının topuğunu üç kere birbirine vurdu. 

“Ev gibisi yok, ev gibisi yok, ev gibisi yok.” 

Bir an sonra duyduğum ses bir insan bedenin yüksekten kayaya çarpma sesiydi. Birkaç saniye nefes bile alamadım. Sanki benle birlikte tüm doğa nefesini tuttu. 

Telefon çalmaya başladı , yine onunki, tüm doğa hep birlikte nefesimizi bıraktık. Sesin geldiği tarafa baktım, yerde çantadan biraz ilerde telefon ekranı yanıp sönüyordu. Ellerim titreyerek telefona eğilirken çantadan savrulmuş, sayfalarının yarısı dışarı doğru fırlamış eski püskü yırtık kitabı gördüm. Kim bilir kaç yıllık, kim bilir kaç kez okunmuş bir baskı. “Oz Büyücüsü” Kitabı kaldırınca içinden bir fotoğraf düştü yere. Yer altı şehrinin loş ışığında, aşağı doğru tekinsizce uzanan taş basamakların önünde kocaman dişleriyle gülümseyen altın saçlı kadının bu geziden kalan ilk ve tek canlı fotoğrafı.