Güneşli bir nisan günü. Orta yaşlı bir adam son yıllarda çehresi çok değişmiş olan İstiklal Caddesi’nin kalabalığına karışmış yürüyordu. Çehre öyle bir değişmişti ki tabelalara baktığınızda bölgenin yerel dili Arapça sanabilirdiniz. Adam Taksim’in dar ara sokaklarından birine girdi, siyah deri ayakkabılarının topuğuyla kaldırımları eze eze hafif paytak adımlarla yokuş aşağı ilerledi. Belli bir yeri arıyormuş gibi etrafına bakınıyordu. Aradığını nihayet gördü. Tam karşısında harabe görünümlü, dışına içine neredeyse her köşesine sararmış, yıpranmış sayfalarla dolu kitapların tıkıştırıldığı, nesne kalabalığından gözleri yoran bir sahaf dükkanı. Paslı demir kapıyı ittiğinde çıkan gıcırtıyı dinleyerek içeri girdi. Rafların ve küf kokularının arasından en az kitaplar kadar tozlu biri, kır saçı ve sakalı birbirine dolaşmış bir adam belirdi.
“Hoş geldiniz,” dedi.
Orta yaşlı adam lafı uzatmadan konuya girmek istiyordu. Ceketinin iç cebinden tam bu sahafa yakışan yıpranmış bir defter çıkardı. Kapağında puro içen Freud fotoğrafı olan bir defter.
“Bu defterin aynısından sizde varmış. Size satılmış. Onu almam gerek.” dedi.
Kır saçlı adam defteri tanıdığını ifade eden şekilde başını salladı. Rafların arkasında bir süre kayboldu ve sonra elinde aynı defterle geri döndü. Yüksekçe bir fiyat biçti ve alışverişi tamamladılar. Orta yaşlı olan defteri heyecanla alarak, kitapların arasında bulduğu tek bacağı havada kalan tabureye oturdu. Sayfaları hızlıca çevirdiğinde önemli bir kısmının yırtılmış olduğunu gördü. Kopmamış sayfalardan itibaren okumaya başladı. Taburenin havada kalan tek bacağının kendi ağırlığı ile yere çarpıp durmasını kalbinin atışıyla senkronize bir şekilde duyuyordu.
12 şubat
Onunla olan hikayemizin sonuna geldik. İki gün sonra gidecek bu şehirden. Ama hikayenin sonuna bizi getiren gidiyor olması değil. Bugün güzel bir gün geçirdikten sonra biraz ciddi bir konuşma yaptık ve ona sordum; duygularından emin olamıyorum, telefondan daha kolay olur diye düşünüp gittiğinde mi bitirmeyi planlıyorsun, aklında böyle bir şey varsa şimdi yap, yüz yüze, dedim. “Hayır, sence böyle olsa yüz yüze yapamayacak kadar korkak biri miyim?” dedi. Ardından beni sevdiğini, hayatında olmaya devam etmemi istediğini söyledi. Gittiğinde de görüşmeye devam edeceğimizi konuştuk. Ama gün içinde önemsemem gerektiğini sonradan öğrendiğim bir an yaşandı. Bana eski sevgilisinin adıyla hitap etti. Alışkanlığa bağladım, konunun üzerinde durmadım. Akşamsa birden, ben eski sevgilimi unutamamışım, çok üzgünüm diye mesaj attı. Mesajı gördüğüm anda böyle bir ters köşeyi en baştan beri beklediğimi hissettim. Ve bir şeyi daha, büyük ihtimalle mesajı o kadının yanında atıyordu. Off, beni ne kadar yormuştu. Belki sağlam bir öfke de hissedilmesi gereken bir duygudur ve bende bu eksik. Kızmam, bağırmam yaptığın büyük şerefsizlik demem lazım. Saat gece dört, çok yorgun hissediyorum ama uyuyamıyorum, çok açım ama hiçbir şey yiyemiyorum.
15 şubat
Ne zor bir bir aydı. Pazar günü buluşup konuştuk. İçimden geçenleri ona söyledim. Başını öne eğip süklüm püklüm dinledi, “Ne desen haklısın sana karşı yüzüm yok,” dedi. O hali bile rol geldi bana oysa, birine böyle bir hata yaptığınızda utandığınızı göstermek için beden dilinizin böyle olması gerekir, öyleyse ben de bu şekilde davranayım gibi. Tiyatral mimikler ve jestler. Ama bağırmalı çağırmalı öfke dolu bir konuşma olmadı. Yine espri yapıp durdum. Niye böyle? Şerefsiz, orospu çocuğu deyip kızsam bağırsam belki ben de daha kolay atlatırım böyle şeyleri. Onu tam affedemesem de bir merhamet ve şefkat hissettim, acımayla da karışık bir his. Hatta ona da dedim. Üzdüğün kişi ben olmasaydım gençlikte olur ya böyle şeyler dert etme diye teselli ederdim seni. Ben de senin yaşlarında bir şerefsizlik yaptım, yıllarca vicdan azabı çektim ve şimdi senin çektirdiğin acıyla ilahi adalet tecelli etti. Sana da tecelli etmesi gerekiyor dedim. Bir insanı iyi yapan asla kötü bir şey yapmaması değil bence, hatalarından sonra vicdan azabından kıvranıp kıvranmadığı. Bu hikayede daha önemli bir nokta var. Ben kendimi neden bu kadar kaptırdım? Birine kendimizi çok kaptırınca bunun sebebi o kişi mi biz mi? O iyi, sevimli biriydi ama ben ondan dört yaş fazla hayat tecrübesine sahip, daha fazla okumuş, izlemiş, hayatı daha fazla kavrayabilmiş biriyim ama bin kilometre uzağa temelli yerleşmeyi düşünecek kadar neden aklımı yitirdim de o benim için burada kalacak kadar aklını yitirmedi? Bugün psikiyatriste gittim. Çünkü dün bütün gün ağladım. İş yerinde ağladığımı görmeyen kalmadı. Acıyla nasıl baş edeceğimi bilmiyorum doktor bey dedim, bu halim elbette geçecek ama biliyorum ki başka bir acı gelecek, o zaman yine böyle mi olacağım?. Psikiyatrist dedi ki ;“Bir boşluk var ne olduğunu bilmediğimiz, orayı dolduruyorsun, sonra o elinden gidince, o boşluğu dolduracak şey tepetaklak oluyorsun.” O boşluk ne? Dün intihar üzerine çok düşündüm. Ünlü yazarların intihar notlarını okudum. Hem çoğu geç yaşlarda intihar etmiş, hem de ortak özellikleri ya çok travmatik dönemlerde yaşamaları; savaş dönemi gibi, ya da kendilerine ait ciddi travmaları olması; aile travması gibi. Ya da hastalıkları olması; bipolar, major depresyon gibi. Bunlara uymuyorum ki. O zaman benim intihar etmeye hakkım yok. Yine de öylesine, felsefik bir fikir olarak intihar üzerine hep düşünüyorum. Acıdan öyle korkuyorum ki, bu acı ihtimalinden ötürü onun ilgisinin zayıflığını sezdiğim halde bırakmaya cesaret edemedim. Psikiyatrist antidepresan başladı. Ajite dönemim geçince terapiye başlamam gerektiğini söyledi. O boşluğu bulmak için. Dediklerinden en çok uygulamam gerekense; “Bu olaydan bahsetme artık, sürekli flash back yaşamak unutmanı engeller .” önerisi. Bu saçmalıkların içinde hiç derin düşünce yok bence. Bir dahakine kendim kadar derin düşünebilen birini istiyorum. Kendini olduğundan fazla göstermeye çalışanları değil.
18 şubat 20.48
Çok zor. Biraz daha iyiyim, daha az ağlıyorum. Ama kötü hisler içindeyim. Göğsümde bir ağırlık var. Geçen arkadaşlarımla buluştuk, onlardan ayrılırken anksiyete krizi başladı. Çarpıntım oldu, çünkü yalnız kalmaktan çok korktum, oyalanırken unutabiliyorum ama biliyorum ki yalnız kalınca o korkunç hisler; o aldatılmışlık, yalan söylenmişlik ve özlem; tüm bunlara rağmen o devasa özlem geri gelecek. Son bir aydaki iyi ve kötü bütün anılar yağmur gibi üzerime yağacak. Mümkün olsa son bir ayı silmek isterdim hafızamdan. Bu bildiğin can acısı, hastalıklı bir takıntı. İlacın etkisinin yakında başlayacağını umuyorum. Dün bir terapi seansındaymışız gibi iş yerindeki bir kanepeye uzandım ve biraz arkadaşıma anlattım. Arkadaşlarım bana değer veriyorlar, bu hissi neden onda sağlayamadım? Çok değer veriyorum deyip durdu son gün bile. Bu nasıl değer vermek? Umarım bir daha kimseye böyle değer vermez. Göğsüm ağrıdığında derin nefesler alarak çözmeye çalışıyorum. Bunun içinden ne olur çıkayım ama öyle çıkayım ki eskisinden de iyi. Ve sıradaki ilk acıda aklıma gelen şey hissetmekten kurtulmak için keşke ölsem fikri olmasın. Neden keşke o ölse demiyorum da ben ölsem diyorum? Çünkü onun başına gelebilecek hiçbir kötü şey benim aptal yalanlara inanmış biri olduğum gerçeğini değiştirmeyecek. Geçtiğimiz bir ay boyunca duygularım iğdiş edilmiş gibi hissediyorum, evet tam olarak olan bu. Ailesel büyük travmam var mı? Kötü bir evliliğin içinde büyüdüm ama aşırı da kötü değil. Şiddet yoktu, varsa da eşyaya yönelik ve daha çok sözel. Bunları ona daha ilk oturmamızda anlatmaya başlamıştım. Hiç anlatmak istemediğim halde. Bunları anlatmamın sebebi ne? Bu da bir şeyi gösteriyor elbette. Ona anlamsız derecede çok güvendiğimi.
25 şubat
Bence ilacın etkisi başladı. Daha iyi hissediyorum. Dün çok değerli bir hocama kısaca anlattım, kulağıma küpe edeceğim bir cümle söyledi. “Kimse için hayatının bir buçuk ayını vermeye değmez.” Evet, bütün süreç sadece bir buçuk ay. Ama bir gün bile olsa bana yalan söylendi. İlk kez aşık olmak, sevmek gibi büyük büyük cümleler eden kendisiydi. Davranışlarını anlamlandıramıyorum. Anlamama hali beni mahvediyor. İstediğim beni sevmiş olsun falan değil, en baştan en sona tüm davranışlarının sebebini anlamak, tabi kendiminkileri de. Hala bu acı bazen beni öldürecekmiş gibi hissediyorum. Bu önemli olmama hali. Hikayeler yazdığım, günlükler yazdığım, aile sırlarımı anlatacak kadar güvendiğim insan tarafından böylesine umursamazca, acımasızca yok sayılma hali. Bana bakarken, dokunurken, öperken eski sevgilisini düşünmüş, hayal etmiş olma ihtimali. Bu sıradanlık beni öldürecek. Beni bir gün öldürecekse bu sıradanlık öldürecek. Ben ya ben, bundan daha özel bir insan olmalıydım. Sürekli davranışlarımı farklılaştırmaya çalışıyorum. Şimdi bile olaya kendi nev-i şahsıma münhasır özelliklerimle yaklaşmaya çalışıyorum. Oysa süreci normalleştirip, klasik yollarla saçmalasam. Mesela ona asla okumayacağı uzun ve hakaret dolu mesajlar atsam, beklenmedik anlarda arayıp ağlayarak küfür etsem, gidip eski sevgilisiyle konuşsam. Kıskandırmaya çalışsam. Böyle şeyler yapasım yok, onun yerine acımı tanıdığım herkesle paylaşmak gibi kendime has saçmalama yöntemlerim var. Bana da bu iyi geliyor. Acı çekiyorum ve benimle ilgilensinler istiyorum. Bende onu hatırlatacak hiçbir şey yok, belki bir tek Alamut kitabı, onun da bir daha ne zaman kapağını açarım kim bilir, ama onda korkunç bir hazine var. Ona günlüğümü verdim. Bir köşeye atmazsa tabi ama insan kıyamaz bence. Kendisine aşk itirafları içeren son derece mahrem yazılarla dolu bir günlük. Bu günlük de onun devamı gibi bir şey. Şu güçlü durma zorunluluğunu anlamıyorum. Gittiği ilk gün iş yerinde ağladım durdum. Böyle hissediyorum, neden güçlü olmak zorundaymışım ki daha doğrusu güçlü görünmek? Neden hissetmiyor ve önemsemiyor gibi davranmak zorunda olayım? Şu an yaşattığı şeyi elbette önemsiyorum, amacım bir gün artık önemsemiyor olmak. Yine de efsane bir deneyimdi. Yazmak için yaşamak lazım düsturumu yerine getirdim, ona da bence hayatında kimseyle yaşayamayacağı türden bir deneyim yaşattım. Tabi o da bana ama iğrenç bir küçük düşmüşlüğü de sonunda hediye ederek. Biri bana seni seviyorum diyorsa beni seviyordur, eski sevgilisini hala seviyor olsa ona seni seviyorum der diye düşünürdüm. Niye böyle acemice düşünürüm bilmem insan duygularının bundan daha karmaşık olduğunu bilmiyor muyum? Sanki benim gönül dünyam çok mu masum? Ama ona karşı çok masumdu. Akıllanmış, terbiye edilmiş ve bir kişiye odaklanabilmiş bir gönül dünyasıydı. O daha genç olduğu için onunki daha terbiye edilmemiş.
9 Mart
Söz konusu eski sevgiliyle ortak bir arkadaşım var, onunla buluştuk. Benim için çok travmatik oldu. Çünkü ne yazık ki bana bazı gerçekleri anlattı. Acı veriyor bunları düşünmek de yazmak da. Sezgilerim doğruymuş, benim yanımdan o kadının yanına gitmiş ve bana onun yanındayken ayrılık mesajı atmış. Yazarken kalbim sıkışıyor. Önce o kadının hala onu istediğinden emin olmuş yani. En kötüsüyse eski sevgiliye olayları eksik, yalan dolan anlatmış. Her şey gidene kadar yanında olabilmeyi bana lütfetmesinden ibaretmiş gibi. Kendisinin aşık oldum demesini, defalarca sevdiğini söylemesini, daha önce sadece bir kere böyle bir şey hissettim demesini, biliyor musun eski sevgilim de gidene kadar görüşelim dedi ama ben seni seçtim demesini, bunları ona anlatmamış. Şimdi de konuşmaya devam ediyorlarmış, ama sanırım sevgili olarak değil. Onun da kendisine olan zaafını kullanıyor. Elimde olsa o kadını içine düştüğü bu bataklıktan kurtarırdım. Bazen onunla konuşasım geliyor, sarsmak istiyorum, bak sen üzüldün, ben perişan oldum, ona hiçbir şey olmadı, şimdi yalnızlığını senle gidermesine izin verme. Bunları öğrenmek beni tekrar alt üst etti ama bir bakıma iyi oldu. Ne kadar da olsa içimde bir sevgi ve özlem kalmıştı. Şu an sadece birini nasıl bu kadar yanlış tanıyabilirim buna hayret ediyorum, yalan söylendiğini nasıl asla anlamam? Ama kimse tahmin edemezdi ki, etrafında sevilen bir insandı. Kendi arkadaşları duysa kulaklarına inanamazlar bence. Keşke duysalar, keşke bütün dünya duysa. Aman Allahım herkes her an yalan söylüyor olabilir, böyle bir dünyada ne yapacağız? O, artık bulantı hissiyle özdeşleşti. Antidepresan yaptı bunu. İlk kullanmaya başladığımda feci bulantı yapıyordu ve o sırada anılar da aşırı taze, sürekli hatırlıyorum. Anılar geldikçe bulantı geldi, bulantı geldikçe anılar geldi. Şu an yazarken hala kalbimi kanırtıyor gibiyim. Ama bir gerçek var; bunu hep hatırlatacağım kendime. Yaptığı iğrenç bir şey ama ben de yaptım. Ben de yaptım, başka birine yaptım. Ben de yaptım, yaptım, yaptım. O yüzden hak ettim. Hak ettim, hak ettim. Suç ve ceza. Yıllar önceki suçumun cezasını kendime çektirdim. Belki de bütün bu süreç bunun içindi. Çünkü ilahi adalet yok ve hala iyi bir insan olduğuma inanmam için, iyi kalabilmem için ve belki yeniden mutlu olabilmem için kendi adaletimi sağlamam gerekiyordu. O kendi adaletini sağlamak zorunda değil, eğer benim kadar vicdanlı değilse ki değil bence. Çünkü benim o zamanki halime göre daha az etkilenmiş görünüyordu, ben mahvolmuştum. Bu beni masum yapmaz ama ondan daha masum yapar. Onun kendini kötü hissetmesini sağlayamam, bir hayvan sizi ısırdığında bu yaptığın iğrenç bir şey diyerek ona kötü hissettiremezsiniz. Öncelikle ortak etik ilkelerde buluşuyor olmalısınız ki ilkelere aykırı bir şey yapınca vicdan azabı çıksın ortaya. Bir aşamada acı yaşamamak için mutluluğu da reddetmiştim. Yeniden aşık olunca ve onun da olduğunu sanınca öyle mutlu oldum ki- ama sadece yanındayken sonrasında hep kafamda şüpheler bıraktı- mutluluk gidince acı duygusu da geri geldi. Belki bu, tam olarak yeniden gerçekten hissetme sürecimin başlangıcıdır.
…
Adam defteri tozlu döşemeye bıraktı. Yaşlandıkça tombullaşmış, tombullaştıkça sarkmış yanaklarını avcunun içine aldı. Kulağında bir kıkırtı yankılandı. Burnunda sanki defterin kendisinden geliyormuş gibi tanıdık bir parfüm kokusu belirdi. Ardından midesindeki krampla başlayan ve sonra dalga dalga artan bir his peydah oldu. Bir bulantı hissi.