Uzun bir iş gününden çıkmıştım. İçimde yorgunluk yerine yoğun bir enerji vardı. Arada beklerken yaptığım gibi o gün de zihnimin içinde bir film çekmeye karar vermiştim. Başlangıçta bir patlama sesi hayal ediyordum. Patlamayla birlikte sağa sola kaçışmaya çalışan insanları, ağır çekimde koşuşlarını ve dehşete düşmüş yüzlerini görüyordum. Ben bir duvar gibi kenardan onları izliyorken görüntüler değişip duruyordu. Işıklar, kıvılcımlar, yanık kokusu, raylardan gelen gıcırtılı ses, arkamdaki büyük çıkış kapısının açılması. Neden hayal etmiştim bunu? Galiba kapının ardında ne olduğunu merak etmiştim. Nasıl bir çıkış olduğunu, nereye açıldığını. Sonra bir ruh olup metronun içini gezinmeye başladım. İçerideki bütün deliklerden geçiyor, yükseliyor, alçalıyor ve tünelleri hızlıca turluyordum.

O sırada tozlu rayların yakınında duran seni gördüm. Dikkatimi kolaylıkla iç dünyamdan ayırıp doğrudan sana yöneltebildiğime göre beni etkilemiştin. Deri çizmelerinin altına bol bir pantolon giymiş, ince telli güzel saçlarını önüne gelmesin diye rastgele ayırmıştın. Kimseyi fark edecek halde değildin ama sana baktığımı biliyordun, ama ben neden onca oturulacak yer varken olduğun duvarın köşesine çökmüştün bilmiyordum. Üstelik son derece rahatsız kıyafetlerinle yaptığın oturma şekli birbirine uymuyordu. Olduğun haliyle uyumsuzdun ve düşürdüğün maskeni elinle yüzünün üstüne tutuyordun, bu hareketinin gözükmesini istiyor gibiydin. Sonra, düşüncelerinin dünyadaki izdüşümü olan noktaya gözlerini doğrultmuş hiç ayırmıyordun. Seni ilk o zaman kıskandım, içim ezildi. Çok cesur görünüyordun. Hiçbir şeyden kaçmayacak ve karşına ne çıkarsa hiç düşünmeden üstüne koşacak gibiydin. Ama sonraları öğrenecektim ki öyle değilmiş, yüzleşmekten kaçtığın pek çok şeyi yüzleşmeye hazır olduklarınla telafi etmeye çalışıyormuşsun. Hayatı bir tür mizah aracı olarak gören senin gibi insanlarda olan bir özellik bu, demiştim sana. Gerçeği zihninizdeki imgeyle değiştirebileceğinize olan güveniniz kendinizi aldatabileceğinizi düşündürtüyor size. (Bunu derken ellerimle saçlarını seviyordum.) Kucağımda yatan sense kaşlarını çattın, duydukların hoşuna gitmediğinden değildi çünkü ciddiye bile almadığını hissediyordum; belli ki başka kendini aldattığın bir düşünceyle uğraşıyordun. İşin orasını pek de bilemeyiz, dedin. Ama önemli olan öyle ya da böyle aldatabildiğim. Kendimi olduğum haliyle kabul edemeyecek kadar aciz olduğumu kabul ediyorum ben. Benden ses çıkmayınca güldün ve “Bak, işte böyle yapılıyor bu işler!” dedin yüzündeki bilmiş gülümsemeyle.

Seni gördüğüm gün diyordum, artık bir ruh olmaktan çıkmıştım. Hayatı anlamlandırmanın başka bir boyutunu keşfetmiştim, içimde oluşan acımayla karışık sıcaklık hissini hemen sana duyduğum ilgiyle değiştirip kişiselleştirmiştim. Ben bunları düşünürken önümüzden hızla metro geçti, bir an dikkatim dağılıp oraya baktım. Birkaç saniye sonra aynı yere baktım ve seni göremedim. Zihnim bir an paniğe kapıldı, neredeydin? Bu şaşkınlıkla yüzleşmek istemediğimden imgelerim yine hayal gücümü teslim aldı. Çok ileride biri metronun önüne atlıyor, herkes olanları şaşkınlıkla izliyordu. Ortalık bir panik haline bürünmüştü, çığlıklar ve metro kornası birbirine karışmıştı. Zihnimin bana oynadığı bu oyuna sinirlendim ve seni artık bulamadığım bu yeraltından panikle çıktım. Başımı dışarı çıkardığımda kalbimin sesini hala duyabiliyordum. Seni bir daha görecek miydim?

O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Bu andan başka bir şey düşünemez olmuştum, hiçbir şeyin tadı seni görebileceğim tek anın verebileceği tat kadar güzel gelmeyecekti anlamıştım. Zaman geçtikçe yaşamım bir eziyete dönüşmeye başlamıştı. Dünyamın kararması bir yana, en sonunda bu kararmaya dair bir savaş açmaya karar vermiştim. (Yoksa çürüme mi demeliydim?) Ne de olsa çaresizdim ama umutsuz değildim. Kendi kendime bir karar aldım, gündüzlerimi dünyevi yaşamıma ayırıp geceleri rüyalarımda seni arayacaktım. Böylece gündüzleri de rüyada peşinden koştuğum yerlere doğru fark etmeden yönlenecek ama bilinçli ve amaçlı bir arayışın sorumluluğunu da almayacaktım. İşte geceleri seni aramaya böyle başlamıştım.

O günlerde kaybolduğunu sandığım seni ararken bir sürü evrenden ve kara tünelden geçtim. Sonra otobüs, tren, uçak, feribot hepsine bindim. Işınla insanları takip ettim, çizgilerin kesiştiği yerlerde bir nokta oldum ve başka bir ışının beni alıp sana doğru getirmesini bekledim. Umutsuzluğa düştüğümde tünellerin arasındaki boşlukta yeşermiş ağaçlı parkları ağlamak için kullandım. Tam kendimi bu tünellerden, tünel arasındaki boşluklardan, paslı raylardan ve acil kaçış senaryolarından kurtaracaktım ki karşıma çıktın. Ama rüyadaydım! Bunu fark ettiğim anda yakın bir zamanda uyanacağımı anlamam da uzun sürmedi. Bu sefer bir şeyi farklı yapacak ve seni gördüğüm anda hızla yanına gelecek, beni fark etmeni sağlayacaktım. Zihnim bir anlığına duraksadı. Yürürken takıldım, kendimi toparladım. Unuttuğumu hatırladığım kısa bir anın ardından yürümeye başladım, hızlanarak yanına geldim. Baktığın yönde ufak bir oyuk olduğunu gördüm. Eğildim, oradan dünyaya baktım. Midem bulandığında düşecek gibi oldum. Her yer açıklıktı, ormandı, çok yüksekti. “Burada ne yapıyorsun?” dedim. Anlamsız ama bir o kadar da keskin bir bakış attın bana. Bana hiçbir şey açıklamak zorunda olmadığını bu bakışlarınla söylediğini anladım. Başka soru sormadım, yanına oturdum. Bir süre sessiz oturduk, sen birden bana döndün ve yüzümü incelemeye başladın. Elini ağzımda, burnumun kıvrımında, alnımda ve saçlarımda gezdirdin. Elimden tuttun, geliyor musun benle? Dedin. Benim yükseklik korkum var nasıl geleyim, demek isterdim ama seni kaybetme korkusu sıradan bir fobinin önüne geçmişti ve şuradaki merdivenleri kullanalım diyemedim. Sen kendini bırakırken sana eşlik ettim. Zihnimizin paraşütleri aynı anda açılmıştı, bu da yere düşerken birbirimizin zihninden akanları görmemizi sağlıyordu. Kafamı kaldırdım, zihninden çıkan kelimeleri okumaya başladım. Düşmeye hazır mısın?

Kan ter içinde uyandım, yanıma baktığımda en masum yüzünle en masum uykundaydın. Doğruldum ve gördüğüm rüyanın heyecanıyla baş etmeye çalışırken seni uyandırmaktan korktum. O günün akşamında zihinlerimiz dumanlıyken seninle yine heyecanlı ve derin sohbetlerimizden birine dalmıştık. Tam kaderimizin ne olacağını tartışmaya başlamıştık ki sen meseleyi en başından “kader” olarak adlandırmamızdan rahatsızlık duymuş ve bu kadar belirlenimci kelimelerin yine belirlenimci sonuçlara yol açacağı bahanesiyle geleceğimizin umutsuz olduğu gerçeğini acı kaymakla örtüp güzelce sıyrılmıştın. “Yaşam kavramlardan bağımsız akarken koca zamanı bir kavrama sığdırmak kadar aptalca şeyleri nasıl bu kadar kolay benimsemişiz hiçbir fikrim yok.” Diye de ekledin. Olgusal şeylerin anlam daralması yaratması bir yana, buna böylesine kızmanın bana göre bir anlamı yoktu çünkü bu zaten sürekli yapıyor olduğumuz şeydi. Bu tartışmalarda konu bir şekilde meselenin kendisini bize sorgulatıyordu, işte senin benim hayatımda yarattığın değişim her bir konu içerisinde kendimizi ve birbirimizi cesurca sorgulayabildiğimiz bu anların içinde yatıyordu.

“Kader eninde sonunda, biz ne seçersek seçelim vardığımız yol mudur? Yoksa kader bizim kendimizden gizlediğimiz sapkın isteklerimize eninde sonunda teslim oluşumuz mudur? Kader bizim kurtulmak istediğimiz uzuvlarımızın bizle kalmaya direnmesi ve kaçınılmaz şekilde galip gelmesi midir?”

Ben ortalığa öylece sözler yuvarlamıştım, sen bana bakıp ağlamaya başladın. Bütün akşam tadını kaçırdığım için içime dolan büyük suçlulukla defalarca neden ağladığını sordum gözyaşlarını silerken. Hiç cevap vermedin bana, ben de anlayamadım. Hep merak ettim o gece bakışlarını seni ilk gördüğüm andaki gibi donuklaştıran ve vücudunu titreten acının ne olduğunu.

O dönem birlikte geçirdiğimiz anların içine hapsolmanın mutluluğunu yaşıyordum, sen yaşamın anlamsızlığından bahsediyorken ve hemen gidebilmek gibi zor cümleleri tek kerede söyleyebiliyorken sana hem hayranlık hem de öfke besliyordum. Benim yaşamım anlamlıydı, çünkü sen vardın. Senin yaşamın anlamsızdı, çünkü kendinden başka kimsenin varlığını hayatın gerçekliğine koymak istemiyordun. Seni suçlamıyordum, bir gün gözyaşları içinde çocukluğunda yaşadığın bir anıyı anlattığında bir şeyleri anlamıştım. O yüzden kalman konusunda hiç ısrarcı olmadım, huysuzlandığında saçlarını okşadım ve ses etmedim. Ufak tatillerimizde, araba yolculuklarımızda, yemek saatlerinde, gece uyumadan karanlık sohbetlerinde, soğuk havaların sıcak sevişmelerinde, tam da en keyiflendiğin anlarda gözünün arkasında beliren hüznü gördükçe bir gün aramızdakinin biteceği hissine kapılırdım. Öyle bir günde hiçbir üzerinde düşünülmüş ve ince bir veda sözünün söylenmeyeceğini bildiğim için erkenden fırlatıvermek isterdim zihnime dolanları. Keşke yapsaymışım.

Bir gün uyandığımda gitmiştin. Hiç böylesine hızlı yok olacağını düşünmezdim. Bütün eşyaları, her şeyi son derece profesyonelce toplamış ve tilki uykusu olan beni uyandırmadan evden çıkabilmeyi başarmıştın. Bir daha seni hiç göremeyeceğimi fark etmenin hüznüyle ağlamaya başladım. Günler yine başa sarıyor, içimdeki acı dolu merak hiç dinmiyordu. Neden böyle bir yolu seçmiştin? Beni hiç mi sevmemiştin? Yoksa meseleyi ikimiz için de daha katlanılır kılmak için mi yapmıştın?

Yine bir gündü, herhangi bir gün. İşten çıkmıştım ve kendimi yorgun hissetmiyordum. Sen gittiğin günden beri hiç metro kullanmamıştım ama o gün bir arkadaşımla karşılaştım, kısa bir ısrarın ardından onunla metroya eşlik etmeye ikna oldum. Herkes kendi yoluna ayrıldığında son durağıma gitmek üzere yeraltına indim. Kalbim hızlanmaya başladı. Seni görmekten korkuyordum. Aşağı iner inmez, burnumu titreten metronun rüzgârını hissetmemle kafamı sola çevirmem bir oldu. Yanımdan esip geçen bir parfüm kokusu ve arkamda duran çocuklu bir annenin varlığını fark ettiğimden bir şeylerin ters gittiğini, aynı günü tekrar yaşıyor olduğumu anlamıştım. Hemen ardından bir yanık kokusu gelmişti burnuma. Orada olmamanı umarak kafamı sesin olduğu tarafa doğru çevirdim. (Elbette ki oradaydın ve bana seni son kez görebilme nimetini vermiştin!) Metronun yanında, tam karşımda duruyor ve huzurla bana gülümsüyordun. Raylardaki boşluğa o kadar yakın duruyordun ki düşmenden korktum. Ama sen tabii ki düşmedin. Kalktın ve kararlı bir şekilde, daha önce binlerce kez yapmış gibi kalın demirlerin üzerinden yürüdün ve hiç arkana bile bakmadan yanındaki ufak deliğin içinde kayboldun. Sen zamanla bir noktaya dönüşür ve hiçleşirken ben tek bir şey bile yapamadım. Olduğum yerde çöktüm, bir süre sonra gözyaşlarına boğuldum. Gittiğine bu sefer gerçekten inanmıştım.

Doğrulduğumda bir sürü ışık hızında çizgisel hareketlerden oluşan bir görüntü dumanı vardı. Sanki ben gökyüzüydüm, içimden bir sürü uçak geçiyor ve ardımda izlerini bırakıyorlardı. Seninse dünyanın en güzel ama hiç bilmediğim bir yerinden yukarılara, derinlerime bakıp mutlulukla oh çektiğini, huzurla yaşadığını biliyordum.