Araba yolculuğunda içimden sakince dışarıya akıyordum. Konunun nasıl oraya geldiğini hatırlamıyorum
ama bir anda arabanın kapısını açıp dışarıya atlama eylemi üzerine düşünmeye başlamıştım. Bunu
yapacağımdan değil ama hayatta ölmeyi, hele de böyle ölmeyi seçebileceğim meselesi üzerinde
düşünmek hoşuma gidiyordu. Bu yüzden asla yapmayacağım şeyler üzerine düşünmeyi seviyordum.
Ancak, bazen bu fikre çok odaklandığımda yapasım da gelmiyor değildi. Bunun nedeninin de bir fikrin
üzerinde yeterince düşününce o fikri normalleştirmem ya da diğer şeyleri değersizleştirmem olabileceği
yargısına varmıştım. Sonuçta gerçekte yapmayı istemiyordum, ama bir noktadan sonra da yapabilecek
gibi oluyordum. Bunları düşündükten sonra zihnimde biraz ileri gittiğimi fark edip arabanın kapısını
kilitledim. Olacağından değil de, ne olur ne olmaz işte, hiç kimseye güven olmaz.
Başka bir gün de otobüste zamanı durdurmuştum. Hep aynı yere, camın üzerine örtü oluşturmuş ve mavi
mavi parlayan buhara bakarken gözüme ufak ve yüze benzeyen bir damlacık kestirmiştim. Yüzün şekli
gittikçe bir daire halini aldı, yanındaki daireyle birleşti. Bu anı hiç unutmayacağım, dedim kendi kendime.
Aslında böyle derken arada hatırlayacağımı ima etmiştim ama ikisi de doğru ifadelerdi. Bu eylem
dolayısıyla yine kendi gücümle hatırlayabileceğim bir an yaratmış oluyordum. Her aynı anı hatırlamayı
istediğimde bunu yapabiliyor ve zamanda geriye gitmek suretiyle o anı durdurabiliyordum. Dışarıdaki
zamandan bahsetmiyorum, tam içimizde akıyor olan ve hiç yerinde durmayan o şeyden bahsediyorum.
Kıpır kıpır, her kapıdan geçen, her resme bürünebilen, perdelerin arkasına saklanabilen ve petrol yeşili
rengi olan katı-sıvı karışımı bir şey. Bir şeyleri yapıyor, başka şeyleri bozuyor.
Bu sıvıyla bir bağlantısını olduğunu düşündüğüm başka bir şeyden bahsedeceğim şimdi de. Kapının eşiği,
tebeşirin ucu, elin tırnağı, kaşığın kenarı gibi şeylerin gıcırdatma, sürtme, sürtünme gibi tanımladığımız
sesleri çıkarması ve içimizde bir yerleri titretmesi, buna da iç gıcıklanması adını vermemiz biraz garip
değil mi? İlk içimin gıcıklandığını anı hatırlıyorum. İlkokulda dersteydik, hoca tebeşiri tahtaya sürtmüştü ve
sıra arkadaşım “Ayy, içim bir fena oluyor şunu duyunca” demişti. Sonra aynı kelimeleri elim pantolonuna
değdiğinde ablamdan, buğulu cama elimle kalp çizmeye çalışırken annemden, kaşığım çorba kasenini
dibine sürttüğünde babamdan duymuştum. Sonra büyümüş küçülmüş gibi davranmayı seven kısa saçlı ve
pembe taçlı sıra arkadaşımın da aynı kelimeleri kendi ailesinden kopyaladığını anlamıştım. İşin ilginç yanı,
bu kelimelerden sonra artık benim de içim gıcıklanmaya başlamıştı. Hoca her tebeşiri tahtaya
sürttüğünde içimden hoplamaya başlamıştım. Bu semptomlarım o kadar ilerlemişti ki bir süre sonra
kalpler çizmeyi ve yemeklerimi dibine kadar bitirmeyi bırakmıştım. (Ablamı sinirlendirmenin de yeni bir
yolunu bulmuştum.) Çok yakın bir zamanda bu iç gıcıklanmaları, ki ben buna kısaca içgıc diyeceğim, elimi
bir yerlere sürtmediğimde de olmaya başladı. Bu sefer hoş olmayan bir düşüncenin varlığı yetiyordu içgıc
olmama. Belki de içeri doğru akan sıvının işidir bu. Bana ne anlatmaya çalıştığını anlamak isterdim ama o
kadar zamanım yok. Sadece içgıcın bir noktada bir sembol olduğunu, çocukluğumun bitmesiyle
yetişkinliğimin başlaması arasındaki büyük ve kayıp zamanın içinde bilincime hiç ulaşmayan bağlantıların
bir parçası olduğunu hissedebiliyorum. Artık kalp çizmemekle bir sorunum yok, ama buraya dikkat edin,
bu belki de küçük adımların en büyüğüdür. Bir şeylerden içgıc olmanın artık sonsuza kadar öğrendiğim bir
eylem olarak kalacağını ve hiçbir yaşantımla içimden söküp çıkartmayacağımı, toplumun içime atıp
kaçtığı diğer huzursuz hisler gibi biliyordum.
Eve geldim ve başlığımı çıkardım. Üzülme, daha çok gençsin ve çocukluğunu unutacak kadar çok
yaşayacaksın. Dedem yaşı sorulunca hep geceleri saymazsak 32 der gülerdi. Ben de soranlara geceleri
sayarsak 48 yaşındayım diyorum, çünkü geceleri başka bir hayat daha yaşadığıma inanıyorum. Süpermen
gibi masalların hep geceleri geçmesi tesadüf değil, bunlar ancak uyurken rüyalarında da yaşadıklarına
inanan insanlar için gerçek olabilir. Yani uykumuzda dönen hayatlardan bihaberiz, tabii psikanaliz
sineması bize gerçeği vermiyorsa. Psikanaliz diyince aklıma geldi, kaç zamandır geçmişimin bugünümü
şekillendirdiğini Fourier dönüşümü uygulayarak değil de 3-4 saatlik uzun bir sohbetle anlayabileceğim
düşüncesini eyleme geçirmedim.(Yani çok sevdiğim ve zamanın dışından sohbetler yaptığım
arkadaşlarımdan biriyle sabaha kadar oturmadım.) HAYIR! Tabii ki mühendis değilim. Ben bir zamanlar
insan bilimcisiydim, şimdi galiba beyin bilimcisiyim. Beyinde de böyle dönüşümler yaşanıyormuş ya, heh,
işte oradan biliyorum. Tabii bu eski tutkularımdan kurtulduğum anlamına gelmiyor, hala irrasyonel olmayı seviyorum. En nihayetinde sorun yoksa soru da yoktur, ve bu hep böyle gider. Sonunda kendi kökenime
giden yolun acıdan geçtiğini falan ima edecek olurum, ki bu da felsefeye giriş ve aynı anda çıkış konusu
niteliğinde acıyası bir hayat görüşü olur…
“İstasyonumuzda bulunan tren depoya alınacaktır. Lütfen treni boşaltınız.”
Düşüncelerimin akışını bozan bu cümleyle birlikte kendime geldim. Işıklar ve kapılar bir anda kapandı.
Tren hareket ediyordu ama ben bir şey düşünemiyordum. Daha doğrusu ne düşündüğümü
algılayamıyordum. Sadece belli başlı hareketler yapabiliyor ama bunları da ben yapıyormuş gibi
hissedemiyordum. Şok hali böyle bir şey miydi? Hızlıca kalkıp kapıya yöneldim. Ben kapıya yönelince tren
yavaşlamaya başladı. Durağın ışıkları içeriyi aydınlattı. Kapı açılınca çıkacağım sandım, ama çıkamadım.
Çok istiyordum ama bir şey beni alıkoyuyordu ve bir türlü eylemi gerçekleştiremiyordum. “Ben bu hikâyeyi
biliyorum!” diye bağırdım. Etrafta sesimin yankılandığını duydum. Arkadan bazı vızıltılar gelmeye başladı.
Her şey en sonunda küçük anlara bağlanıyordu ve treni boşaltmak için en başına koşmam gerekiyordu.
Koşmaya başladım. İçeriden bir ses bağırdı. “Dur, hayır, her şeyi yutacaksın!” Koşmaya devam ettim.
Mideme kramp girmeye başladı. Midemin daha fazla şey yutamayacağını anladım ama koşmaya devam
ettim. Yuttukça ağırlaşıyordum. Sonuna kadar varamayacaktım biliyordum. Sonunda yere düştüm ve
kustum. Işıklar kapandı. O sırada pek çok şey gördüm ama size anlatamam. Siz siz olun birdaha
başlığınızı çıkartıp uyuyakalmayın, sonra benim gibi zamanı yutar ve yere yığılıp kalırsınız.