Eskinin omuzlarına bindirdiği tüm yükü, araştırmalarıyla dolu dosyalarla beraber evkaftaki memuriyetinden kalma büyük deri çantasına doldurmuş; bu şehrin en sevdiği parkında bir banka oturmuştu. Semih’i bekliyordu. Semih ile Facebook’ta nörolojiyle ilgili bir grupta tanışmışlardı. Yıllardır derdine bir çare arıyordu, bu adam kendisi için yegane umut olabilirdi. Bu hayattaki tek dileğini daha önce gerçekleştirebilmiş tek insan. Havanın tadını çıkarmak için evden erkenden çıkmış, hafif çiseleyen yağmurda Tunalı’yı boydan boya yürümüştü. Kuğulu Park’a vardığında ıslanmış bankı cebindeki ipek bordo mendille kurulayıp oturdu.

Yağmur kesilmişti, halbuki bu Kasım sabahında sağanak yağış uyarısı vermişti meteoroloji. Semih’e özellikle diyecekti bugün yağmur beklendiğini ve parkta buluşmamalarının iyi olabileceğini ama; gizemli adamın bu basit seçimine bile bir anlam yüklemiş, “Vardır bir bildiği,” diye düşünmüştü.

On dört sene önce iş gereği bu kapkara şehre taşındığında nefret etmişti buradan. Rutubetli is kokan havasından, kışları sert ayazından, kuru yazından tiksinirdi. Yeliz sevdirmişti ona Ankara’yı. Her zaman bu şehrin bir şey anlattığına inanırdı Yeliz. “Sevmeye çalışmazsan anlayamazsın da,” derdi. Yeliz gittiğinden beri anlayamıyordu bu şehrin derdini. Ne zaman dışarı adım atsa ya arabanın biri çamur sıçratıyordu paçasına, ya da alacalı bir güvercin pisliyordu omzuna. Gitse giderdi de buradan, ama bırakamıyordu. Yeliz’den kalan son şey de buradaydı çünkü. İstanbul’a gitse nasıl ziyaret ederdi onu? Gözleri ıslandı. Başını öne eğip dirseklerini dizlerine dayadığı kollarının arasına aldı. Çantasının kapağındaki deriler, kenarlarından soyulmaya başlamıştı. Düşen birkaç damla gözyaşı o çatlaklara sızdı. Toparlanıp elinin tersiyle sildi yanağındaki nemi. Uzaktan ona doğru yaklaşan bir adam sol elini kaldırarak selam verdi. Semih beş dakika rötarla gelmişti.

Kendisinden oldukça genç, yirmili yaşlarının sonunda, uzun boylu bir adamdı Semih. Boru paça inen eskitme desenli kot pantolonu, işlemeli kovboy çizmeleriyle buluşuyordu bileklerinde. Sevecen ve hiperaktif bir hali vardı. Tıp fakültesini beşinci sınıfta bıraktığından ve şu an popüler zincir bir markette kasiyerlik yaptığından bahsetmişti. Bilinçaltıyla ilgili yayınlanmamış bir kitabı vardı.

-Merhaba Altan Bey. Profil fotoğrafınızdaki silüetten tanıdım sizi. Benzersiz bir burnunuz var, dedi gülümseyerek.

-Merhaba Semih.

Bir süre sessizce bakıştılar. Altan bu genç adama onu incelediğini, onunla birkaç kelime etmek için bile güven duygusuna ihtiyacı olduğunu belli etmek istemiyordu. Aylardır konuştuğu ilk insandı, kedisi hariç tek varlıktı. Ama Semih sandığından daha sağduyuluydu. Bu amansız sessizliği bozan taraf da Semih oldu.

-İsterseniz bir kafeye oturabiliriz, şu tarafta güzel bir yer var, diyerek parkın karşısındaki sokağın köşesini gösterdi.

Genç adam yürüyüşlerini sessiz bırakmamaya, Altan ile sohbet etmeye kararlıydı.

-Ben çok seviyorum buraları. Hele sonbahar havasında o kadar güzel oluyor ki Tunalı. Vaktim varsa yürüyorum Kızılay’a.

Altan başını sallamakla yetindi sadece. O da severdi bu caddeyi yürümeyi. Eskiden Yeliz’in çalıştığı ofis buradaydı. Akşamları bazen onu işinden alır, müdavimi oldukları İtalyan restoranına götürürdü. Yeliz orada makarna yemeye bayılırdı. Yedikten sonra da “Ya Altan yedirdin bana yine makarnayı, tüm Tunalı’yı yürücez şimdi eritmek için,” derdi. İçi burkuldu, Yeliz öldüğünden beri hiç gitmemişti o restorana.

Semih’in tavsiye ettiği kafede, camekanın yanında en köşedeki masaya oturdular. Altan, dışarısıyla iç içe camdan caddeyi izlemeye dalmışken sohbet etmesi gerektiğini hissetti. Bu gerekliliğe karşı bir sigara yaktı.

-Hava giderek kapatıyor ya Semih, yağacak herhalde.

-Herhalde. Neyse ki içerideyiz. Yağmurlu havaları sevmez misiniz?

-Severim.

-O zaman güzel bir gün sizin için. Hava hem çok sert değil, üşütmüyor; hem de hafif hafif yağıyor.

-Benim için hiçbir gün güzel değil.

-Sanırım bu yüzden unutmak istiyorsunuz zaten.

Altan, içine kapanık biriydi. Ailesini o on beş yaşındayken geçirdikleri bir trafik kazasında kaybetmiş, bu kötü kazadan sadece kendisi sağ çıkabilmişti. Zaten tabiatından kaynaklı çekingen bir çocukken, bu kayıp onun daha da içine kapanmasına sebep vermişti. Kahvelerinin gelmesiyle birlikte masanın bitişiğine bıraktığı çantasını kucağına alıp kurcalamaya başladı. Dosyalarını evden çıkmadan, Semih ile konuşmayı planladığı sıraya göre tasnifleyip yerleştirmişti.

-Hazırlıklı gelmişsiniz, ben böyle elim boş gelince utandım valla. Ama aceleniz ne anlayamadım doğrusu. Ben ne o araştırmaları tartışmak için geldim buraya ne de projemizin yol haritasını çizmek için.

Altan duraksadı, bu söylem planlarına epey aykırıydı.

-Peki ya ne konuşmayı düşünüyorsunuz Semih?

-Sizi tanımak istiyorum Altan Bey. Beni nasıl bir yükün altına soktuğunuzun farkında değilsiniz herhalde. Öncelikle belirtmek isterim ki planladığımız bu çalışmanın çeşitli sonuçları var, boğazını temizledi ve fısıldayarak devam etti, arkadaşımın hafızasını silmeyi başardığımızda istenmeyen sonuçlarla karşılaştık.

-Evet de, ben bu sonuçları kabul ettiğimi ve sorumluluğu üstlendiğimi size belirttim.

-Ben sonuçları kabul ettiğimi belirtmedim ama. Size bildiğim kadarıyla yardım eden tek dostunuz olarak, sizi bu amaca iten yaşanmışlıklarınızı öğrenmek istiyorum. Beni ikna etmenizi bekliyorum. Biz ne uğruna çalışacağız? Siz neden geçmişinizi unutmak istiyorsunuz?

Altan o dakika, oradan kalkıp koşarak evine gitmek istedi. Ne yapacaksa da kendisi yapacaktı artık, kaybedeceği hiçbir şey kalmamıştı. Çok sevdiği annesinin yokluğuna nasıl alıştıysa Yeliz’inkine de öyle alışacaktı. Yeliz’i kaybedeli dokuz sene olmuştu. İş yerinden geç ayrıldığı bir akşam, eve gidip yemek yemeyi planlarken mutfakta Yeliz’in asılı bedeniyle karşılaştığında donakalmıştı. Dakikalarca hiçbir şey yapmadan, hiç kimseyi arayamadan durup beklemişti. O anı, Yeliz’i, birlikte yaşadıkları acıları ve mutlulukları aklından çıkartamıyordu. Ömründe harcadığı her dakika daha çok kazınıyordu tüm hatıralar zihnine. Ölümle ilgili yaptığı şakaları düşünürdü genç kadının. Ağzına öyle pelesenk olmuştu ki tüm bu espriler, günlük olarak yapardı. Altan mutsuzluğunu yok saymıştı onun, hiç çabalamamıştı. Geçen her saniye hatalarıyla, Yeliz’in yaşadığı güçlüklerle daha çok yanıp tutuşuyordu yüreği. Bu azapla yaşayamıyordu. Yeliz ölmüştü, kendisi de mi ölmeliydi ? Artık kaybetmemesi gerekiyordu, hayatına temiz bir sayfa açıp yeni bir işe girmeliydi, yeni bir kadın tanımalıydı, belki müstakil, şirin bir eve taşınıp içini pembe dekore etmeliydi. Üç çocuk yapmalı, isimlerini koyarken kafiye aramalıydı. Ama zihninde bunlar kayıtlıyken insan evini pembe döşeyip çocuk yapamazdı. Semih’ten korkmuştu. Ucunda külü birikmiş sigarasını tablaya bıraktığı gibi çantasını eline alıp oradan koşarak ayrıldı.

Belki de böyle davranmasının sebebi, geçmişi aslında hiç unutmak istememesindendi.