“İnsan içinden geleni söylemeliydi yalnızca.” demişti Virginia Woolf. Benim de içimden gelen şey; küçük bir çocuğun misket oynamadan önce sorduğu en önemli soru.

“Gerçeğine mi? Şakacığına mı?”

Neydi gerçek ya da şaka olan şey? Tanrı dünyayı yarattı. Bu, benim bir gerçeğimdi. Neydi peki herkesin gerçeği? Ortak gerçeğimiz yalnızlıktır ey ahali! Yalnız değil miydik hepimiz? Doğarken yalnız değil miydik? Peki ya yaşarken? Hepimiz o koca koca binaların içindeki ya da o devasa kalabalığın içinde ki yalnızlardık. Söylesenize hangimiz Turgut Uyar okurken yalnız değildik? Bir Neşet Ertaş dinlediğimizde, Sadri Alışık’ın Serseri filminde hangimiz yalnız değildik? “Anladın mı Kazım ? Anladın mı anam, babam,kardeşim… Arkadaşım Kazım” Kazım da tatmıştı yalnızlığı; sigarasının son dumanında, şiirin son mısrasında ya da bir türkünün son notasında… En güzel yalnızlıktı onunki, gaz lambasını yakmış, sigarası bitmek üzere öylece aynaya bakıyor… Ne güzel oynamıştı Sadri Abi yalnızlığı. Gerçeğine ya da şakacığına… Yalnız yaşayanları ne güzel anlatmıştı Orhan Veli; “Bilmezler yalnız yaşamayanlar, nasıl korku verir sessizlik insana… Bir cana hasret, bilmezler…” Misket oynamadan bildi çocuk da yalnız kalacağını, korktu ve o yüzden sordu;

“Gerçeğine mi? Şakacığına mı?”