Gelip geçici baharlarımı, zarif yenilgilerimi ve sürekli yazıp da bir türlü gönderemediğim mektuplarımı burada, bu koyu yapraklı asırlık zeytin ağacının dibinde kül ediyorum. Alaca dumanlara bürünüyor göğüm. İyi bak yıldızlarıma, onları bir daha göremeyebilirsin. Başını göğe kaldırıp da yalvarmak; aydan, güneşten, yıldızdan medet ummak… Bu sadece ölümlüler içindir. Biz ki dünyada mıyız?
Nedir gecenin kör vaktinde düşümden alıkoyan beni? Nasıl olur ölüm varken dünyada bizim içimiz yemyeşil? Kim tutuyor elimizi, kim itiyor bizi cehennem kuyusuna? Hangi yasak meyvenin tadı bu damağımda?
Bana yazacak cümle bırakmayan Cahit’e, öbür yarısını özleyen yırtık fotoğrafa ve evde uyuyor sandığım gece kuyuya düşen Yusuf’a kırgınım. Ayaklarım toprağa basarken bir türkü söylüyorum. Hangi mevsimde olduğunu bilmiyorken rüzgarın bile esmediği bu sessiz geceden sağ çıkmamam gerek. Benim bundan başka duygum yok.
Cam kenarında uyu bu gece. Yangını yüreğine, soğuğu iliğine yerleştir. Ben büyürken de yanımdaydın sen, büyümekten usandığımda da. Gözlerini aç sabahın sekizinde. Biliyorsun benim senden başka sığınağım yok. Bu dünyada doyarak kalktığım tek sofra yüreğin. Bir sokak ortasında bana doğrulttuğun silahtan çıkan kurşun daha havadayken öleceğim ben. Ne günah işlediysek yarı yarıya. O vakitten sonra yan yana olabildiğimiz tek yer, defterime karaladığım birkaç devrik cümle olacak.
Âşık olduğumu anladığımda domates doğruyordum evde, öyle alelade. Küçüktüm. Sende bambaşka bir yüzünü gördüm dünyanın. Unutmak benim gibiler için imkânsız. Kirpiklerimin birbirine olan hasretini dindirmek için artık gözlerimi kapatıyorum. Sabaha beni özlemiş olarak uyanmanı diliyorum.