İtiraf etmek önemlidir, dedi psikiyatrist. Bir çığ topu gibi içinizde büyümez.
Seansın içinde bir yerlerde usulca söylenmiş bu cümle aklına gelir gelmez titremeye başlamıştı küllüğün üzerindeki eli. Stres olunca hep böyle olurdu, sigarasını yaktığında elini küllüğün üzerinde daha uzun süreler tutardı ve ucundaki kül birikmeden onu hemen sigaradan ayırıp atmaya çalışırdı. Bu sözün tam şu anda, arkadaşı karşısında bir şeylerden bahsederken gelmesi canını sıkmıştı. Bazen konuşulan şeyin kasveti ve konuşan kişinin hatırlattığı şeyler durup dururken insanın moralini bozardı.
Bir çığ topu var, büyüyor içimde. Fiziksel bir tepki olarak bir sigara daha yaktı, bunu söylemek yerine kendi hayatından birkaç dakika daha çalmayı tercih etti. O sırada bu düşünceye tahammül etmeye çalışıyordu. Böyle zamanlarda kendi bile nedenini bilmediği şeyleri açması gerekeceğinden veya içindekini herkese olduğu gibi açığa çıkaramayacağını bildiğinden bir şekilde vazgeçiyordu. O saatten sonra da geçirdiği hiçbir vakitten zevk almamaya başlıyordu. Kalkıp gitmek istedi yine. Kendine kızmıştı, ne vardı biraz olsun tahammül edebilseydi düşüncelerine? Acil bir işini o an hatırlamış gibi davrandı ve kısa sürede ayrıldı. Biraz sonra sokağa çıkmış, yürüyordu. Aklından az önceki konuşmaları geçti.
“Anlamıyorum İpek, kimse girmiyor hayatıma. Sanki bir döngünün içinde kırılıp kalmışım. Kimse beni sevmeye değer görmüyor sanırım.”
İpek akıllıca gülümsemişti. “Senin kendi derdin var da ondan.”
“Bu ne demek şimdi?”
“Kendinle, kendi düşüncelerinle öyle debeleniyorsun ki bunlarla uğraşmaya gücün kalmıyor. Kimsenin elinde sihirli değnek yok ki karşına birini çıkarsın.”
Kendi derdi olmayan bir insan mı vardı ki? Bir yandan haklıydı, kimse ona dokunmasa o da kimseye dokunmadan yaşardı. Bunu düşünmek ilk anda kimsenin kendisini istemediğini düşünmekten daha rahatlatıcı geldi. Sonra içine başka bir rahatsızlık çöktü; girdiği bu ruh halinin korkularıyla baş etmek için ortaya çıktığı gerçeği. Bu gerçeği düşünmek harekete geçmesine engel oluyordu çünkü nedenlerinin farkında olunca anlamsız olabilecek herhangi bir davranışı yapmak zor oluyordu. İhtiyacını, nedenlerini bilmese bunları yapmak kendisi için daha meşru hale gelebilirdi ama bu şekilde yapamıyordu. Farkına vardığı şeylerle savaşmak konusunda dünyanın haline rağmen ısrarcıydı.
Sonraki gün seansa giderken düşünüyordu. Şimdi soracak bana, nasılsınız Sezer Bey, diyecek. Sıradan birine verdiğim cevapları vermek zorunda olmadığımdan ben de nasıl olduğumu en gerçekçi haliyle söyleyeceğim: tatminsizim! İsteklerimin, seçeneklerimin içinde kayboluyorum. Yapacaklarımın sonuçlarını öngörmeye çalışmaktan daha başlayamadan yorulup kalıyorum. Etrafta gördüğüm her şey bana kayıp düşüncelerimi hatırlatıyor. Hepsini çözmek istiyorum belki aradığım cevaplara ulaşırım diye, sonra daha da kayboluyorum.
Odaya ulaştığında aklından geçirdiği ve söylemek istediği her şey etrafa uçuşmuştu, çokluk yokluğa dönüşmüştü. İçeri girdi, merhabalaştılar, biraz konuştular.
“Kendinizi nasıl hissediyorsunuz Sezer Bey?”
Psikiyatrist daha çok ne düşündüğü ile değil ne hissettiği ile ilgili sorular sorduğu zaman bocalıyordu çünkü nasıl hissettiğini tanımlamak güçtü.
“B-bilmiyorum.”
“Betimlemeyi deneseniz. Bir şeye benzetecek olsanız ne derdiniz?”
Durdu, kelimeler zihnine hızlıca hücum etti. Kelimeler, binlerce şekillerde ve milyarlarca anlamlarda. Zihninde var olan bütün cümleleri toplamayı başarıp rahatlasaydı keşke. Ulaşamadığı, olması gerektiği yere koyamadığı o kelimelere ulaşabilseydi, kaçırdığı her düşünceyi teker teker bulsaydı. Kararsız olmasa, her kelimeye, düşünceye her hisse ulaşmaya çalışmasa daha kolay olurdu her şey. Yaşamak için var olan nedenleri daha basite alırdı, belki hayat daha az anlamlı ama daha zevkli geçerdi o zaman. Nedenlere tutunmazdı, yaşama da böylesine tutunmazdı. Anlamsız olanın anlamsız olduğunu kabul ederdi, boşlukla savaşmaz ve havaya yumruklar sallamazdı. İdealler üretip durmaz, onurlu yaşamaktan bahsetmezdi. Sadece yaşardı, o kadar.
“Düşünmekten artık kafamda bir şeylerin hareket edebileceği bir yer kalmadı. O kadar fazlalar ki bir yerden sonra bazıları kayboluyor ama onların bıraktığı rahatsızlık bir tortu gibi kalıyor. Sanki kafamın içinde atan bir kalp var.”
Yine de bunlar içeridekilerin birazını bile anlatamıyordu. Hepsi birbiriyle bağlantılıydı, korkular başka korkuları tetikliyordu. Bazen yataktan kalkamayacak hale geldiği oluyordu. Psikiyatristin dediğine göre bu kendisinin zaman zaman baş etmek zorunda olduğu bir durummuş. Gerçekçi karamsarlık bozukluğuymuş hastalığının adı, dünya gerçeklikle ilgilenmeyi bıraktığından gerçekliği fark edip bundan rahatsızlık duyan insanların yaşadığı duygu durum sıkıntıları artık bir hastalık haline geliyormuş. Ayrıca psikiyatrist dünyaca tanınan Dr. Igor’un öğrencisiymiş, onun kuramlarını geliştirmiş ve en sonunda birçok sonuca varmış.
“…Tıpkı insanlar gibi, toplumların da acılaşmışı olur. Bazı toplumlar öyle arada kalmıştır ki içinde bulunan çoğunluk her şeyi görmekten ve bilmekten ne olduğunu, nereye ait olduğunu bir türlü anlayamaz. Her türlü kötülüğü, dibi yaşamış birilerini görüp kendi istediği ufuklara açılan insanlara da şahit olmuş bir çoğunluk olduğu kişi ile istediği arasında kalmaktan daha da yorulur. Hem bir şeyleri değiştirebileceğinin farkındadır ve bunu ister; hem de yaşadıkları tarafından iyice dibe çekilir. En sonunda bu kuvvetler eşitlenir, olduğu yerde istediklerinin ardında bıraktığı iç rahatsızlığı ile birlikte kalır. Toplum “norm dışı” olan şeyleri büyük bir tepkiyle karşıladığından iç rahatsızlıkları bir türlü açığa çıkamaz. Herkes kabul görmeyen yanlarını törpüler durur, en sonunda dışarıdan dolu ve tutarlı gözüken ama içi çırılçıplak kalmış ruhlar kalır geriye.”
Çözülen hiçbir şey olmasa da kendisini anlayabilecek potansiyelde birinin var olduğunu bilmesi bile Sezer’i rahatlatmıştı. O akşam, çözülmesini talep ettiği şeylerin gerçekte kendisini yaşama bağlayan şeyler olduğunu fark etmişti. Bu ilacı olmayan bir bulantıydı ama kendi varlığını ancak böyle hissedebilirdi. Tatminsizliğini şimdi daha iyi anlamlandırabiliyordu. Böyle zamanlarda kullandığı not defterini açtı ve ne düşünüyorsa olduğu gibi ortaya serdi.
“Tatminsizlik tahminsizliktir!
Tahminsizlik belirsizliğe dayanamamaktır.
Belirsiz olanın çekiciliği ona olan tahammülsüzlüğümüzden gelir.
Bazen bizim için çekici olan farklı olandır, sonsuza giden aynalar gibi birbirini yansıtan günlerin içinde bulduğumuz farklı yöne yansıyan bir ayna hazine değerinde bile olabilir.
Eğer bir şeyin sonunu göremiyorsak bu yeni bir şeydir, bizi etkiler, zihnimizi yorar.
Tahmin edemeyiz, ne kadar tahmin edemezsek o kadar tatminsiz, sabırsız oluruz. Öngörebildiğimiz zaten bir taraftan kendiliğinde akar durur.
Sonuca ulaşmak ne kadar tahammül edebildiğimizle bağlantılıdır, asıl tahammül etmeyi denediğimiz şey ise tahammülsüzlüğümüzdür. Bir şeyleri öngörmeye çalışırken meydana getirdiğimiz kazalar sonucu zedelemesin diye devamlı tahammül edemediklerimizle savaşırız.
Değişim her zaman, en az biraz, zordur.
Tahmin edemediklerimizle, tatmin olamadıklarımızla, tatmin olacağımız o gün gelene kadar uğraşır dururuz. Bazen çok anlamsız noktalarda bırakırız, bazen sonuna kadar kendimizi sürükleriz. Sonu öncesine göre biraz daha öngörülebilir olduğunda ne için uğraştığımızın cevabını da almaya başlarız. Kendi hayal dünyamızın beklediği sonuç bu değildir, korktuğumuz gerçeğe doğru sürüklendiğimizi fark ettiğimiz anlar olur.
Değişim değişimi tetikler. Bir kere değiştirilen, nereden olursa olsun sonu görülüp o yoldan dönülen şey kişinin verdiği kararla benliği arasındaki özdeşimi yok ederek yeni değişimlere yol açar.
Ve değişim, en az biraz zordur.”