Safa Pektaş ve Ahmet Hazar Ertaç’a
İşte öyle Karanlıklar Prensi; ne gelip görüp yendiler ne de geldikleri gibi gittiler. Şimdi yamacımdalar, yuvarlak bir masanın etrafında beraber sokulduk. Gözleri benim üzerimde dolaştığı kadar gökyüzünde ve kaldırım taşlarında dolaşıyor. Varoluşumla ilgilendiklerini sanmıyorum. Onlar yalnızca geldiler. Ben de her kaybolan gibi yitirdiğim kendimi arıyorum.
Hemen, şimdi gece olmalı Hazar, ve sen derin bir nefesin buğusunu pencereye bırakmalısın. Pencere ki seni ayırandır rüzgardan, yağmurdan, çamurdan. Pencere ki müsade edendir; tek dünya içindeki dünyacıklarımıza. Pencere ki bizim demir parmaklıklarımızdır avuçlarımızda biriktirdiklerimizle inşa ettiğimiz. Geceye okkalı dizeler fırlatmadan evvel, hemen şimdi yüzüne buğusunu bırakmalısın, anlatılmaya değer bir kadının.
Oysa size olmayan dünyalarımı sermek isterdim efendiler. Renk renk, çeşit çeşit olmayacaklar. Gel vatandaş gel, flüt yapmayan edebiyatçıların dünyaları bunlar. Elbet onların da çarşafsız yorganları vardır, bazen hırsla bazen şefkatle üstlerine örttükleri. Bir de ateşleri, kaldırımda biriken suyla buluşmayan yağmur damlalarına siper ettikleri. Kimi zaman ellerini kavuran, bir mum fitilinden kağıda dökülüp tanrıları yerle bir eden. Kimi zaman bir nefes darbesiyle dalgalanan, sönmeye yüz tutan ateşleri.
Oysa senin saçların bakir çocuk sabahlarımın hayalleri gibi kokardı sevgilim. Oysa senin gözlerin bulutları aralardı ve ben bütün gün sokakta uçurtma uçurmak isterdim. Oysa soluğunu göğsüme verdiğinde, rahiplere meydan okumak gelirdi içimden. Ve bir tanrı olsaydı, bizi birbirimizi gözetlediğimiz kadar gözeten, elleri huşu içinde göğe yükselen bütün dindarlara küserdi, seni ne kadar sevdiğimi hasetle seyrederken.
Oysa olmazın mazisi olurdan eskidir. Olmaz, kadim, evvel ve rahimdir. Biz olmazın çocuklarıyız Düzenbozlar. Biz rahatsızların torunlarıyız.
Oktay, bir gece, düşünde altın sarısı kumların üzerinde uzandığını gördü. Çıplaktı. Üşüyordu. Kımıldayabilse kumları örtecekti üzerine güneşin. Oysa güneş, kadim, evvel ve kısırdır. Oysa süt beyaz gökyüzünde kırmızı, mavi fenerler şakımaktadır. Oktay korkuyordu. Fenerler onun için kirletiyordu gökyüzünü ve güneş gize müsade etmiyordu. Saklanmaya, örtünmeye, aramaya müsade etmiyordu. Oktay, saçlarının arasında bir kadının ince, uzun parmaklarının dolaştığını duydu. Kadın kumları ayıkladı kafasından ve usulca yanı başına oturup gözlerini dizine yatırdı. Bir ateş yayıldı ense kökünden ayak parmaklarına, vücudunda dolaşan kanı duyumsadı. Ansımak yaşadığını ansızın ve öleceğini hatırlamak; bilir misiniz efendiler, ne büyük lütuftur biz kaçak Tanrılar için! Fakat, ancak kalbin kökü Oktayları harekete geçirir. Kafanın kökü eylemsizliğin tül perdesiyle örtülüdür çünkü. Oktay yavaşça başını döndürdü kadının süt beyaz gökyüzü bacaklarında, kurtarıcısının yüzüne dikti gözlerini. Kadının zifiri karanlık çehresine yıldızlar serpilmiştir şimdi. Bir Tanrıça baş veriyordur tepelerin ardından. Ve saklanmak, ve giz, ve susmak. Kusana kadar susmak ve yok olmaya yeltenmek var kalabilmek için. Gece rahimdir efendiler, yoksa biz nasıl doğardık?
Akın var geceye akın! Geceyi koynumuzda uyutacağız, zaptımız yakın! Yakın güneşin üstümüze dökülen tomurcuklarını! Biz olmazın çocukları, rahatsızların torunları, gecenin zaptına müsade edeceğiz, müsademiz yakın!
Müsadeniz olursa bir şey eklemek isterim. Bilir misiniz efendiler ben sağ elimle yazarken sol elimle masayı kavrarım. Bir dürtü gibi kendilendiğinden, elimi düşmekten korkan bir çocuk çaresizliği içinde tüm parmaklarıyla tutunurken yakalarım. Masayı bırakmanın zamanı geldi efendiler, düşeceksek de biz gibi düşelim. Düşeceksek gecenin koynuna, misafir gibi değil ev sahibi gibi karşılandığımızı görelim.
Başkaldırıyorum güneşe ve yaratıklarına.
Ateşime hoh demeyesiniz efendiler, ateşime hoh demeyesiniz.