Dakikalarca çırpındığı sudan hızlıca çıktı. Saat lazımdı, saat kaç olmuştu, kaç dakikadır bu oluğun içinde debeleniyordu? Yürüdükçe üzerinden dökülen damlalar arkasında küçük birikintiler oluşturuyordu. Hafızası kısım kısım kaybolmuştu, bazı şeyleri hatırlasa da her şey bulanık bir suyun içinde dibe batmış gibiydi. Aklı iyice karışmıştı. Işık almayan bir mağaranın içindeydi. Buraya nasıl geldiğini bilmiyordu, ama yol sanki önünde çizilmiş gibi sapması gereken her bir yönden neredeyse emindi. Önünde belli belirsiz ışıklar yanıp sönmeye başladı. Yanan ışıkları takip ederek gittikçe tepeye doğru giden bir yola doğru yöneldi, bu yol çıkışa götürecekti onu. Elleriyle gözünü kamaştıran ışığın kenarlarını kestiği deliği kavradı. Son bir adım, son bir kendini çekiş, sonra dışarı ulaşacaktı.
Durdu.
Buraya neden geldiğini o an anımsar gibi oldu. Mutlulukla şu yokuştan aşağı kaydığını, büyük bir istekle buraya indiğini hatırladı. Başına ne gelmişti de bu hale gelmişti? Saati öğrenmeliydi, zaman kavramı hakkında hiçbir tahmin yapamıyordu. Kendini dışarı çekmeyi hem istiyor hem istemiyordu, dışarıda ne vardı bilmiyordu, doğru yere gelip gelmediğini bile bilmiyordu. Kendini yukarı çeker çekmez kendisini oradan başka bir yere savuran ayaklarla karşılaştı. Ayaklar, ayakkabılar hızlıca geçip gidiyordu yanından ve üzerinden. Nefes almaya, kalkmaya çalıştı. Zorla olduğu yerde doğruldu ve koşmaya başladı. Kendini güvende hissetmiyordu, herkes ve her şey üzerine geliyordu sanki. Bütün bakışlar üzerine çevrilmiş gibiydi. Herkesin peşinden gelmesi an meselesiydi. Öylesine dikkat çekiyordu ki bu haliyle, derhal bir deliğe girse çok rahatlayacaktı. Arkasına baktı, geldiği delik artık asla bulamayacağı bir yerde kalmıştı. En sonunda, durmak zorunda kaldı. Başını kaldırdı, sıcak gülüşlü iri bir adamla göz göze geldi. Herkes koşarken bir tek o kenarda duruyordu. Yavaşça yanına yaklaştı, artık koşmaya gücü kalmamıştı, ne olacaksa olsun diye geçiriyordu içinden.
“Bugünün tarihini öğrenebilir miyim?”
Adam gözlerini kıstı, sanki bu soruda ilginç bir yan varmış gibi süzdü diğerini. Parmağıyla karşıda duran ekranı işaret etti. Ekranda o günün tarihi, saati teker teker kocaman yazılmıştı. 17 Ocak 2024. Birden herkes ve her şey birbirine girmeye başladı. Yer kaymaya, gördüğü her şey bir spiralin içine doğru hareket etmeye başladı. Çığlık atmaya çalışırken uyandı.
***
Gördüğü rüyanın etkisiyle zihni bölünmüş, parçalanmış, dikkati her yere ve etrafında gördüğü her bir parçaya dağılmış bir halde oturuyor. Toplamaya da çalışmıyor. Zihni bir an gerilere, birkaç yıl öncesine kayıyor. Gözleri aşağı düşüyor hatırlarken. Vücudu geriliyor. Midesi buruluyor.
Sürekli bir şeylerin arayışında olduğu günler. Toplamaya çalıştığı zamanlardan biri. Parçaları tabii ki. Ama her yerdeler. Nasıl yapacağını bilmiyor. Korkuyor. Birinin kendisine gelip bu işi nasıl yapacağını göstermesini bekliyor gibi, ama biri gelecek olursa da kapıyı yüzüne çarpıveriyor. Kendi kendini kapanına kapatmış. Kendi başına çıkmak istiyor kapandan, ama bir şekilde yapamıyor. Bir gün biriyle tanışıyor.
Ama hikâye böyle başlamıyor, çünkü tanıştığı kimse içine işleyemiyor. İçinde bir kayıp halka var. Hiç mi sahip olmadı, hatırlamadığı bir noktada mı kaybetti bilemiyor. Zaman geçiyor. Bir süre tanışmalara ara verip hayatın anlamı üzerine düşünüyor. Sonra geri dönüyor. Zihnini, dikkatini, algılarını doğru yerlerde gezdirmeye çalışıyor. Kontrol onun elinde değil sanki. Kontrolsüzlük hissini daha fazla hissetmemek için kontrol edebilmek istiyor, bu bir istek değil zorunluluk. Hep üzgün ve kırgın. Acısından gelen bir kırgınlık bu, yoksa insanlarla derdi yok. Çok sakin günlük hayatında. Sanki gözünün önünde zincirleme kaza olsa ve on beş kişi ölse, sanki metroyu su bassa ve herkes boğulsa, bir yere takılsa ve yuvarlanmaya başlasa yapması gereken neyse onu yapacak, yapabileceği bir şey kalmadığında da olağan bir şekilde sonu bekleyecekmiş gibi. Gözleri, bakışları buralardan çok uzakta. Hasretini bile çekemediği bir uzaklıkta. Ne kadar hissizleşebileceğini ancak bir şeyler hissedebildikten sonra fark edip felaketini yaşayan o insanlardan olmak istemiyor. Bunu bir gün, hiç gitmeyi istemediği bir yere giderken neredeyse bir kavşakta üç arabanın da birbirine çarpmasına neden olacak adımı atmasına rağmen hiçbir şey hissetmediğini fark ettikten sonra düşünüyor. Ya ömrü boyunca böyle olursa? En çok korktuğu şey bu. Hislerini yitirmesin yeter ki, her şeyini alsınlar elinden. Başka türlü yaşayamaz. Kozası yaşamının dörtte üçünü kaplayan bir kelebeğe dönüşür. Bekler, bekler, bekler, ölür.
Kışlar hep zor geçer. Bunun için Jack’i okumaya gerek yok, bu zaten hep bilinen bir gerçek. Her kış insan için biraz daha zor, biraz daha renksizdir. O senenin kışı da öyleydi, Her yerde bu sefer kışın çok zor geçeceği söylendi. 17 Ocak günü sabaha doğru kar yağmaya başladı. Gün doğmadı, sadece siyahlık yerini silik bir griliğe bıraktı. Hiç evden çıkmak istemediği halde çıkmıştı çünkü evde kalsa sıkılacağını biliyordu. Sokak lambalarının altında, elleri ceplerinde, iki kat kapüşonu ve kulaklığıyla yürüyordu. Sonra telefonu çaldı.
Beklenmedik bir haber. Telefonu kapatıyor, ne yapacağını bilemiyor. Önüne düşen acıyı üstlenmektense yok olmuş olmayı istiyor. Yavaşlıyor, yere oturuyor. Ne yapacaktı? Nereye gidecekti? Yol ne taraftan zamanda geriye gidiyordu? Her şey nasıl bu kadar hızlı olup bitebilirdi? Saatlerce hareketsiz bir şekilde oturuyor. Kimseye bir şey demiyor, telefonunu kapatıyor ve doğrudan otogara gidiyor. Bilet alıyor, otobüse atlıyor ve uzaklaşıyor.
İşte şimdi hissetmek istemiyor. Şimdi kendi dışında herkes olabilir. Hissetmeyen bir robot, bir bebek veya başka bir canlı. Ömrü daha kısa veya anlam yüklenmemiş başka bir şey. Sonra bir litre gözyaşı döküyor.
Zaman geçiyor, biraz zaman, birkaç yıl gibi geçen birkaç ay. Geri dönüyor. Artık kar yok, geriye kalan kalıntılar. Özlemiş mi burayı? Belki… Korktuğu şey başına geliyor. Artık etrafına baktığında ancak soğuğu, uzaklığı ve sisi hissedebiliyor. Belki de, diye düşünüyor, hissetmenin eşlik ettiği bilinçlilik durumu bana o kadar ağır geliyor ki zihnim kendini nesneleştirmeyi seçiyor. Evine gidiyor, aynı yabancılığı ve soğukluğu hissetmekten kaçamıyor. Pencerenin yanına yanaşıyor ve dışarıyı, hep baktığı ağacı izliyor. Daha önce her bu ağaca baktığında hissettiği duyguların yarım kalmışlığı içine doluyor. Sonunda dayanamayıp kendisini sokağa atıyor.
Birkaç ay daha kalıyor burada. Herkes, her şey artık çok uzak geliyor. Nerede kalmıştı, hayatı? Herkes, her yer yabancı… Ne yapacağını bilmiyor. Artık parçaları toplamasına gerek olmadığına karar veriyor. İş başvurularını başka şehirlere yapıyor, bir gün yine telefon çalıyor ve kabul ediliyor. Biletini alıyor, ama gitmeden önce görmek isteyeceği birine saklıyor zamanını.
Buluşuyorlar.
Onu görüyor, geçmişine değil de sanki hala şu zamana ait biri gibi beliriyor karşısında. Olduğu haliyle, hiçbir şey eklenmeden, hiçbir anının bulaşmadığı o hali aklına geliyor bir an için. Elleriyle gözlerini silerken sarılıyorlar. Ağlıyor, çünkü canı yanıyor. Geri dönmek istiyor. Onu ilk tanıdığı güzel zamanlara, hala iyi hissedebildiği anlara dönmek istiyor.
Yakın geçmişine dair sildiği her şey yeniden canlanıyor. Farklı bir yerden, beklemediği ve istemediği bir uçurumdan geliyor bu his. Onu, ama ondan daha çok onun varlığındaki hayatını özlüyor. Bir şeyler gittikçe daha kötüye giderken geçmişte hayatının en güzel anını çoktan yaşamış olduğu hissiyle dolup kaçırdığı her şeyi telafi etmeye çalıştığını hatırlıyor. Kendiyle kaldıkça uçlara sürüklenen düşünceleri yüzünden ansızın her şeyi bitirecek son düşüncelerin zihnine hücum ettiğini, bu yüzden defalarca son kez seviştiklerini de. Bir gün, bir an için olacak her şeyi görebiliyor. Kendi kafesine giriyor, kendini oraya kitliyor. Her şeyi terk ediyor. Başka türlü bir çıkış yolu bilmiyor. Ama o kendisini anlıyor. Konuşmalar, sevişmeler bitiyor. Artık onu göremiyor. Kendisini özgür bıraktığı için onu, en çok onu seviyor. Hikâye bitiyor.
Şimdi onun yanında ağlarken kimse için başka bir hikâye daha olamayacağını biliyor. Ona, yalnız ona hissettiği her şeyi anlatıp, üstlendiği bu yükü orada bırakıp sonra gitmek istiyor. Ama kendinde o gücü bulamıyor, kelimeleri kullanmaktan vazgeçiyor. Sadece sarılıyorlar. Dudaklarını ısırıyor, bakışlarını boşluğa dikiyor, birkaç saniyeliğine ağzını aralıyor.
“Yeni bir hayat mümkün mü sence?”
O gülümsüyor. “Her zaman.”
Ve daha çok ağlıyor.
Geçip giden bunca zamandan sonra hala nasıl onun yanında kalmak istediğini anlamıyor. İsteyeceğini bilse… Belki, belki her şeyi baştan düşünürdü. Bir an ağzı aralanıyor, sonunda yine hiçbir şey söyleyemeyeceğini anlıyor. O, ifadesinden hemen anlıyor kendisini. Merak edercesine gözlerini açıyor ve soruyor. “Söyleyeceğin bir şey varsa dinliyorum.” Bir şekilde gitmesinin daha iyi olacağını hissediyor, bu yüzden başka bir şey söylüyor. “Bir gün, sen yanımda uyurken her şeyi anlattım sana. Hem bilmeni istediğim, hem de bilmenden korktuğum her şeyi. Çatışan isteklerimi doyurdum. O kadar rahatladım ki, inanamazsın.”
Oluşan ortamın garipliğini içsel çatışmasına katılan yağmurlu hava gideriyor. Söyleyecek pek bir şey kalmıyor. Biraz daha konuşuluyor, belki beş dakika daha. Sonra yanından ayrılıyor. Defalarca geriye bakacağını bildiği halde o yolu geçiyor. Neye yakınlaştığını bilmeden oradan uzaklaşıyor.
Gideli bir hayli oluyor. Yeni bir şehre alışmaya çalışmanın en kötü yanı anı belleğini yeniden değiştirmek. Yeni insanlara, yeni anılara, eski şekillerde alışmak. Yaşanılanlar, hissedilenler bir düğüm oluyor ve yutuyor onları. Sürekli belleğinden eski anları görüyor ve hatırlıyor. Bir an yolda yürürken, bir yerdeyken, biriyleyken, uyandığında… Hayatın anlamını tek bir bütün parçada arayan o insanlardan olsaydı, belki bir partner, belki bir dernek, belki bir iş, tümüyle bunlara tutunmak değiştirebilirdi yaşamını. Ama anlamları çoktan parçalanmış, yapbozlar koltuğun altına kaçmış ve yanlışlıkla süpürülmüş. Alışamıyor, hiçbir kabın içine sığamıyor. Artık kendi yaşamında bir nesne olarak rol oynadığını düşünüyor, bazen başını kaldırıp boynunun bağlı olduğu ipin sonsuzluğa, yukarı uzandığını görüyor. Herkesi bağlandıkları iplerle gördüğü zamanlar da oluyor, böyle zamanlarda sadece kendi kendine gülümsüyor.
Bir yerlerde yeni hayatı saklı olmalı. Nerede aramalı? Geçmişten ve gelecekten başka nerededir? Eskiden beri hep istediği şey nefes aldığı her an yeterince özgür hissedebilmekti, şimdiyse sahip olduğu özgürlük paylaşılamaz bir biçimde kendisinin. Yavaş yavaş kendisini yeniden yolculuğa çıkma düşüncesine hazırlıyor. Başka bir hayat bulmak için değil, kendisinden başka hayatlarla dolabilmek için.
Şimdi, her şey gölgesinde ve geriden izliyor onu. Bir sürü kelebek, bir sürü koza. Kaybetmeseydi varlığını bile fark etmeyeceği o parçalar. Her şeyin gözünün önünden geçip gitmesi, birilerinin onu unutması artık canını yakmıyor. Anlamları kendiliğinin dışında, anların içinde bırakıyor. Artık saklanıp kendisini kitlediği bir kafes yok, istediğinde her yerde saklanabiliyor.
Böylece her şeyi yeniden hatırlıyor. Farkında olmadan elinin gittiği defterini açıyor ve günün tarihini atıyor.
18 Ocak 2028.
“Her şey son derece doğal ve akışkandı. Gözlerimi kapatmadan önce gördüğüm son şey bulanık bir film sahnesi gibiydi. Gözlerim bana ait değildi, bakışlarını duvarın belirli bir noktasına sabitlemiş güneşin bütün çıkıntılı kusurlarını ortaya çıkarttığı açık gri renginin yerini kenarlarından siyah doldurmaya başlamış, fluluk yerini netliğe bırakmıştı. Kendimi bıraktığım karanlıkta sürekli dönüp durdum. Birbiri ardına gelen görüntüleri anlamlandıramıyor olsam da ıstırap çekiyordum. Bir süre sonra karanlıktan çıkacağımı hissettim, ıstırabı artık anlamlandırmaya başlamıştım ve gördüğüm şeylerin neden bana acı verdiğinin ayırdına vardığım bir noktada kendime geldim. Bakmak, görmek istemiyordum. Ne kadar zorlu olursa olsun bir gün gerçek olmayacağını anlayacağım rüyalarımda çektiğim acıyı gözlerimi dünyaya açmaya tercih ederdim. Ama bu bir tercih meselesi değildi, bilincime ne zaman kapanıp açılacağı konusunda hükmedebilmiş değildim. Arada sırada rüyalarıma hükmetmeyi denerdim ama onu da farkına varmaktan öteye götüremezdim, sanki bir kukla beni oradan buraya itiyor gibiydi. Bir süre geçmeden uyanık hayatın da bundan farklı olmadığını anladım. Yaşanan her şey eninde sonunda kalıcılığımıza yönelik inancımızı sarsmak için var gibi.”